Home » GÜNDEM » Üretim ve mücadele yetilerinin toplumsallaşması, sınıf ve sol

Üretim ve mücadele yetilerinin toplumsallaşması, sınıf ve sol

Türkiye’de kapitalist üretim ilişkileri temel ve belirleyicidir; iktidar, bağımlı mali oligarşik sermaye diktatörlüğüdür. Mali sermayeden anlaşılması gereken yalnızca finans veya rant değil, sanayi-teknoloji, banka-borsa-finans, rant, hizmet, lojistik-ticaret sermayelerinin örgün tekelci oligarşik biçimleridir, ki bunlara devlet sermayesini, yani devletin bağlantılı tüm kurum ve organlarıyla birlikte sermayeleşmiş, kapitalist şirket devlet olmasını da eklemek gerekir. Din, ezen ulus milliyetçiliği, ataerkillik, faşizm kendinden menkul öğeler değildir, sermaye diktatörlüğünün, sermayeyle kaynaşmış ve kendileri de sermayeleşmiş biçim ve öğeleridir. İktidar salt siyasal iktidar veya baskı aygıtları ile sınırlı değildir, kapitalist sömürü ve iktidar birbirine içerilidir. Sosyo-ekonomik, sosyo-politik, sosyo-ideo-kültürel egemenlik biçimleri birbirine içerili, biri ötekini besleyen ve pekiştiren birleşik bir güç yoğunlaşması ve merkezileşmesinin ifadesidir. Tüm bu öğeler, aralarındaki çeşitli gerilim, ihtilaf, çatlak ve çelişkiler ne olursa olsun, temelinde ve merkezinde, sermayenin toplumsal emek üzerindeki despotik sömürü, güç ve kontrol ilişkilerinin yer aldığı bir bütündür. Yeni üretim organizasyonlarından işgücü piyasalarına, sağlık, eğitim, konut, din, aile, sosyal yardım politikalarına kadar tümünün asli işlevi, toplumsal emeği güçsüzleştirmek, değersizleştirmek ve görünmezleştirmek, karşıt sınıf olarak örgütlenme ve hareket yetisini kırarak (çalışma, yaşam ve yönetim her açıdan) sermayenin nesneleştirilmiş uzantısı haline getirmek, toplumsal emek üzerindeki sömürüyü ve yağmayı durmaksızın genişleterek ve derinleştirerek sürdürmektir.

Son seçimin sonuçları, büyük ölçüde, seçim öncesi ve sürecinde kapitalist güçler arasında el altından yürütülen pazarlık ve uzlaşmalar çerçevesinde şekillendi. TÜSİAD ve emperyalist kapitalist güçler AKP-Erdoğan’ı gözden çıkarmadı. Bunun başlıca nedeni, bu kapitalist güçlerin Millet İttifakı’nda AKP-Erdoğan’ın başlıca tarihsel misyonu olan, sermayenin ihtiyaç duyduğu yeni saldırı ve dönüşüm programlarını hem kararlı hem de topluma modifiye ederek esnek ve kontrollü biçimde uygulama ve aynı zamanda devasa emek okyanusunu ve yıkıcı proleterleşme dalgalarını Türkiye çapında katmanlı biçimde kontrol altında tutma tecrübe ve kapasitesine sahip bir “otorite” ve “kitle partisi” olmamasına duyduğu güvensizlikti. En büyük sermaye kesimleri, mevcut devlet iktidarının ekonomik-siyasi yıpranmışlık ve sıkışmışlığı koşullarında, seçimleri ve Millet İttifakı’nı, bu yüzden ve daha ziyade, AKP-Erdoğan ile pazarlıkta el artırmak ve iktidar bileşimini yeniden düzenlemeye zorlamak için kullandı. Britanya ve ABD’nin dev şirket ve finans alemlerinin üst-orta kademelerinden getirilen Maliye Bakanı ve Merkez Bankası Başkanı, yanı sıra bazı yeni Cumhurbaşkanı Yardımcıları, bu pazarlık ve uzlaşmaların sonucudur ve bu iç ve dış mali sermaye kesimlerinin kapitalist devlet iktidarı ve politikaları içindeki güç, etki ve payının arttığının göstergesidir. Nitekim TÜSİAD programının veya kazayla Millet İttifakı kazansaydı onun uygulayacağı ekonomi programının bir dizi temel öğesinin, bugün mevcut iktidarın yeniden düzenlenmiş biçim ve bileşimi tarafından uygulanmaya başlandığını görüyoruz.

Faizin, dövizin, tüketim vergi ve fiyatlarının eşzamanlı yükseltilmesi, deprem bölgesi dahil, hızlandırılmış yeni yıkıcı proleterleşme süreçleriyle birlikte, güvencesiz emek havuzunu hem daha hızlı genişletmeye hem de (büyük olasılıkla işsizliğin de yeniden yükselişe geçecek olmasıyla birlikte) daha fazla ucuzlatmaya dönük. Kadınlar, LGBTİ’ler, Kürtler ve gençler üzerinde artan/artacak baskılar, hem bu kesimlerden emek rezervlerinin daha hızlı proleterleşme süreçlerinin yaşanmasına hem de ataerkil ailenin kritik bir ucuz-güvencesiz emek ve toplumsal yeniden üretim kontrol aracı haline getirilmesine ilişkin. Bu program ve gelişmelerle birlikte, Batı’dan, Körfez’den, Çin’den doğrudan ve dolaylı sermaye yatırımlarının belli ölçüde artabileceğini, başta en büyük sermaye kesimlerinin elini güçlendirecek “dijital dönüşüm” ve “yeşil -denilen- dönüşüm”ün hızlanabileceğini, yeni uluslararası üretim-tedarik-lojistik havza ve koridorlarının pazarlığının da yapılmış olduğunu öngörebiliriz. Tarımsal üretimi izne bağlamayı ve yarı-proleter sözleşmeli çiftçiliği hızla genişletmeyi hedefleyen yeni tarımsal dönüşüm programının işaret fişeği olduğu, el altından anlaşılmış ve hükme bağlanmış bu gibi yatırım, el koyma ve dönüşüm programlarının her biri, emek-doğa dampingi dalgalarının üzerinde yükselir ve daha büyük emek-doğa dampingi dalgalarına ve çalkantılarına yol açar.

Tarihsel dönüşüm ve özeleştiri

Girişteki kısa özetin özeti şu: Türkiye’de 80’lerden bu yana her kriz ve dönüşüm dalgasında büyüyerek devam edegiden proleterleşme dalgaları, 2000’li yıllarda bu proleterleşme dalgalarının daha da hızlanması ve buna modern kent küçük burjuvazisi ve yığınsallaşmış beyaz yakalılardan yıkıcı işçileşme dalgalarının eklenmesi, son kriz ve pandemi süreciyle birlikte işçileşme (emekgücünün büyüme) hızının nüfus artış hızının neredeyse 10 katına çıkması, ve evet, son seçim sonrasında, proleterleşme süreçlerinin daha da hızlanarak devam etmesi… Aynı tarihsel sürece, istenirse, karşı kutbundan, bugün ilk 10’da, ilk 100’de, ilk 500’de bulunan çoğu sermaye grubunun katlanmalı büyüme ve kar artış hızları açısından da bakılabilir. Emek-sermaye çelişkisi ekseni de, aynı ölçüde genişledi ve derinleşti, her şeyin belirleyicisi ve şekillendiricisi haline geldi. Türkiye solu ise, önceki dönemlerde oldukça zayıf ve eklektik biçimlerde benimsemiş olduğu emek-sermaye çelişkisi, ne kadar daha derinlemesine belirleyici ve kuşatıcı hale geldiyse, o kadar daha fazla ondan uzaklaştı. İşçi sınıfı ne kadar büyür, genişler, çeşitlenir ve toplumsallaşırsa, ondan o kadar kaçtı ve yabancılaştı.

Bu yüzden yalnızca “seçim analizi” değil, önceki ve önümüzdeki dönemlerin tarihsel dönüşüm süreçleri analizi öncelikle ve asıl bu eksenden yapılmadan, özeleştiri yalnız “seçim”lere dair değil, önceki tarihsel dönüşüm süreçlerine dair olarak öncelikle ve asıl bu eksenden verilmeden, geleceğe dönük olarak teorik, pratik, kadrosal, örgütsel, siyasal her düzeyde bu eksenden yeniden konumlanmadan, solun hiçbir “özeleştirisi”, hiçbir “analizi”, hiçbir “yapılmalı, edilmeli”si sahici ve ciddiye alınabilir olmayacaktır.

İşçi sınıfı ve sol

Sermaye diktatörlüğüne karşı işçi sınıfı temeli ve ekseni derken, yalnızca birkaç alanda yürütülen sendikal çalışmalardan da bahsetmiyoruz. Haklarını yemeyelim bir dizi sol ve devrimci siyaset, kendileriyle anılan birkaç işçi alanında, hiç olmazsa bu kadarını yapmaya çalışıyor. Ancak bu gibi alanlar da genellikle bir iki eski kadronun vefakar ve cefakar eline bakıyor, merkezden beslenemiyor, stratejik ve taktik planlı bir faaliyet yürütülemiyor, ekonomik-sendikal mücadelenin dahi en geri düzeyi ile sınırlandırılıyor, gelişkin devrimci bir sosyalizm bilgisi, tutkusu ve eğitiminin esamisi okunmuyor, “ideoloji ve siyaset” adına da işçilere taşınan yine dar anti-AKP’ciliğin pek ötesine geçmiyor, alan içinden yeni işçi kadrolar çıkartılamıyor, yeni alanlara girilemiyor, eğer varsa gençlik, beyaz yaka, kadın, Kürt, Alevi, “varoş”, anti-faşizm, depremzede, kentsel dönüşüm, ekoloji, kültür, vd. çalışmaları işçi sınıfından büyük ölçüde ayrıştırılmış/yalıtılmış biçim ve saiklerle yürütülüyor.

“İşçi sınıfı” söylemini kullanan çoğu siyaset bile, büyük kent merkezleri dışına taşınan organize sanayi bölgelerine yönelmiyor. Büyük kent merkezlerindeki beyaz yaka semtlerine sıkışıp kalır ve bir “beyaz yaka ruhu” ile yoğrulurken, geniş kesimleri yıkıcı biçimde işçileşmiş beyaz yakalıları da işçi olarak görmüyor. İşçi sınıfına da, nesnel olarak işçileşmiş olduğu halde eski küçük burjuva “ayrıcalıklarına” sarılmaya ya da geri getirmeye çalışan, beyaz yakalıların öznel plandaki küçük burjuva/ara sınıfçı eklektik gözüyle (yani emek ekseninden değil, “bireysel eğitim ve yeteneklerine onca yatırım yapmış statüsel-benlikler” gözüyle, küçümseyerek veya bunun başka bir versiyonu olan sosyal liberal vicdancılıkla) bakmaya başlıyor. Bunun ters yüz ikizi ise, işçi sınıfını alt tabakalarına, en güvencesiz ve en düşük ücretli kesimlerine indirgeyenler, vasıflı, yarı vasıflı, kadrolu, hatta az çok düzenli bir işi olan işçileri bile işçi olarak görmeyip “işçi aristokrasisi” diye bakanlar. Onlar da sınıf çizgisini ezilenci toplumculuk ile karıştırıyorlar. Kürt hareketi işi bazen emek-sermaye çelişkisini düpedüz ve açıktan inkâr etmeye vardırıyor; kadın hareketinde ana akım feminist eğilimler ezilen cins sorununu “sınıflar üstü” bir sorunmuş gibi görüyorlar, Türkiye’de yeni yeni gelişmekte olan ekoloji hareketlerinde ana akım yaklaşımlar da ekoloji sorununa idealize ettikleri küçük tarım, küçük mülk ekseninden bakıyorlar.

Sonuçta işçi sınıfı karmaşıklaşan iş bölümüyle, yeni üretim ve emek organizasyonlarıyla, muazzam proleterleşme dalgalarıyla ne kadar çok parçalı, çok katmanlı, çok çeşitli hale geldiyse, solun da işçi sınıfına bakışı o kadar parça bölük, hangi parça veya katmanına yönelirse diğerlerine ve bütününe sağır. Ve işçi sınıfı ne kadar genişlemiş, karmaşıklaşmış ve toplumsallaşmışsa, solun ve sol muhalefet hareketlerinin işçi sınıfına bakışı da o kadar dar, düz ve kör.

Kapitalizmin özsel çelişkisi neydi?

Gerçekte şu “emek-sermaye çelişkisi”nden ne anlıyoruz? Solda bundan anlaşılan “bir kutupta servet, diğer kutupta sefalet birikimi”dir. (Sermaye birikiminin mutlak genel yasası.) Doğru ama doğrunun yalnızca bir yanı. Kapitalizm kavrayışımız bununla sınırlı kaldığında, yine AKP-Erdoğan giderse sefalet biter veya sefalet artarsa AKP-Erdoğan gider gibi yaklaşımlar çok şaşırtıcı olmaz. Veya “sefil olmayan bir ücretli kölelik” mi vaaz edeceğiz? Maalesef öyle bir kapitalizm yok! Sol, kendine devrimci, sosyalist, komünist diyenler dahil, kapitalizmin özünü/özsel çelişkisini unutmuş veya defterden silmiş durumda: Üretimin, emeğin (ve yeniden üretimin, bilginin, bireyin) dev çaplı toplumsallaşma niteliğine karşılık kapitalist özel üretim ilişkileri! Türkiye’de bir kutupta sermaye diğer kutupta emeğin katlanarak büyümesiyle; bir kutupta servet diğer kutupta sefaletin patlayıcı biçimde birikmesiyle, bir ve aynı tarihsel sürecin daha derin bir ifadesidir bu: Üretici güçlerin muazzam toplumsallaşma niteliğine karşılık muazzam yoğunlaşmış ve merkezileşmiş sermaye diktatörlüğü çelişkisi.

Ama üretici güçlerin toplumsallaşma niteliğini defterden silerseniz, sosyalizmi de defterden silmiş veya en azından silikleştirmiş olursunuz. Üretici güçlerin bugün geldiği toplumsal gelişme düzeyini (en büyük yıkıcı ve yaratıcı güç olan proletaryanın nicel ve nitel gelişim düzeyi dahil) görmezseniz, daha gelişkin bir sosyalizm/komünizm ufkunu ve tutkusunu da defterden silmiş olursunuz.

Oysa üretici güçler/üretim ilişkileri çelişkisi ve emek-sermaye çelişkisi birbirinden bağımsız ve ayrı şeyler değildir. Muazzam toplumsallaşan işçi sınıfının muazzam toplumsallaşan güçleri, yetileri, ilişkileri, ihtiyaçlarına karşılık sermaye diktatörlüğü diye bu iç bütünlüğü kurduğumuzda, önümüzde yepyeni ufuklar açılmaya başlar. O zaman işçi sınıfının toplumsallaşmasının yalnızca nicel genişleme ve toplumun çoğunluğu oluşturmakla da sınırlı kalmadığını, kol emeğine kafa emeğinin, erkek emeğine kadın emeğinin, yetişkin emeğine genç ve çocuk emeğinin, ezen ulus emeğine ezilen ulus emeğinin, yerli emeğine göçmen emeğinin, sanayi emeğine toplumsal yeniden üretim emeğinin vd. katılmasıyla, nasıl bir yeni ve daha yüksek toplumsal-bileşik kapasiteye sahip hale geldiğini görebiliriz. İşçi sınıfı içinde kadın, Kürt, göçmen bileşenlerinin oranının yükselmesiyle ve kadın, Kürt ve diğer toplumsal-siyasal hareketlerin tabanında işçilerin ve yarı-proleter kent ve kır yoksullarının ağırlığının artmasıyla, ortaya çıkan yeni olanakları görebiliriz. Kadın, Kürt, göçmen, genç işçilerin işçi sınıfının mücadele organlarına doğrudan ve tam eşitlikle katılmasının, özgül istem, ihtiyaç ve özlemlerinin öncelikle gözetilmesiyle ortaya çıkacak sinerjiyi düşleyebiliriz. Mavi ve beyaz yakalı işçilerin birleşik işçi organlarında, birbirlerinin geri yanlarıyla mücadele ederken ileri yanlarından öğrenerek birlikte mücadele ettiğini düşleyebiliriz. Çürümüş burjuva parlamenter demokrasiden medet ummak yerine işçi sınıfının mücadele organları demokrasisi, işçi komite, meclis ve konseyleri demokrasisi üzerine düşünebiliriz. Kendi kararlarını verme, kendi ihtiyaçlarını belirleme, sağlık, sosyalleşme, çok yönlü yetilerin gelişmesi, zamanda ve mekânda özgürleşmenin damardan sınıf mücadelesi konuları olduğunu görebiliriz. Dijital platformlar, yapay zekâ gibi yeni teknolojilerin, yalnızca gelecek toplumumuzda piyasa ve metalaşmanın daha hızlı sönümlendirilmesinin ve çok daha gelişkin bir sosyalist devrimci demokratik planlamanın olanaklarını yaratmakla kalmadığı, günümüz sınıf mücadelesinde nasıl etkin biçimde kullanabileceği üzerine kafa yorabiliriz. Günümüzde her konu ve alanda bilginin ve bilişim-iletişim teknolojilerinin artan önemini bilerek, sınıf mücadelesinin her alanında alan güçleriyle organik etkileşim içinde olacak araştırma-inceleme ve bilişim-iletişim destek ekipleri oluşturmayı düşünebiliriz. Üretimin toplumsallaşmasının kapitalizmdeki yıkıcı biçimlerine karşın, çok farklı alanlarda, çok farklı işlerde çalışan, çok farklı deneyimler kazanan, daha çeşitli ilişki ağlarına sahip olan işçilerin, toplumsal-teknik iş bölümü duvarları ve yalıtımını aşma potansiyeline sahip, çok yönlü toplumsallaşmış işçi kadrolara dönüştürülebileceği üzerine düşünebiliriz.

Gelişkin bir bakış açısına

Şuraya geliyorum: Tarih bilimsel-diyalektik maddecilik çerçevesinde daha gelişkin bir bakış açısına, işçi sınıfının ileri toplumsal güç kapasitesinin daha gelişkin bir anlayışına ihtiyacımız var. Türkiye merkezli büyük bir uluslararası şirket düşünelim. Tasarım, planlama, organizasyon, üretim, tedarik, lojistik, ofis işleri, bilişim-iletişim, enerji, finansman, dağıtım, reklam, pazarlama gibi çok sayıda halkadan oluşan bir karmaşık süreçler bütünüdür. Bu çoklu halkalar arasındaki işleyiş artzamanlı ve düz dizgeci değil, bir’den çok’a, çok’tan bir’e ve çok’tan çok’a eşzamanlı bir bütünsellik içinde planlanır. Kötü haber: Bu halkaların her birindeki işçiler birbirinden yalıtık, habersiz ve birbirine yabancılaşmış durumdalar. İyi haber: Tüm halkalardaki işçilerin emek süreçleri birbirine bağlı ve içerili, toplumsal-bileşik ve organik bir bütün. Ki bunu bugün, üretim halkasının kilit öneminin devam etmesi kadar, enerji, bilişim-iletişim, tedarik, lojistik, hatta finans halkalarındaki emeğin de sürecin bütününü durdurma potansiyeline sahip olmasından görebiliriz.

Yine iş bölümüyle birbirinden ayrışmış ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel “düzlemler”i düşünelim. Kötü haber: İşçilerin mücadelesi, salt ekonomik “düzleme”, onun da en geri noktasına (iş ve ücret) sıkıştırılmış durumda. Meta-dışı toplumsallaşma olanakları yok gibi ve burjuva siyaseti, ideolojisi ve kültürüne tabi oluyorlar. İyi haber: Üretimin toplumsallaşmasının günümüz gelişme düzeyinde, ekonomik, toplumsal, siyasal ve kültürel süreçler her zamankinden fazla iç içe geçmiş, birbirine içerili hale gelmiş durumda. Hepsi son tahlilde üretim ilişkileri tarafından şekillendiriliyor ve onu pekiştiriyor. Dolayısıyla örneğin birileri, eskiden “üstyapısal” sanılan aile kurumuna dokunduğunda, üretim ilişkilerine dokunmuş oluyor. (Güvencesizliğin ve işsiz, sakat, yaşlı, hasta bakım yükünün de ailenin, yani emekçi kadının sırtına yıkılmış olması; her aileden ancak 2-3 kişinin işgücü piyasasına çıkarak geçinilebilmesi, evde kafa emeği ve evde el emeği üretiminin yaygınlaşmasıyla evin de üretim alanı haline gelmesi, vd.)

Yine toplumsal iş bölümü çerçevesinde, kafa/kol emeği, erkek/kadın emeği, Türk/Kürt emeği, yerli/göçmen emeği ayrımlarını düşünelim. Kötü haber: İşçi sınıfı din, mezhep, ulus, cinsiyet ekseninde bölünüp parçalanıyor ve egemen din, mezhep, ulus, cinsten işçiler, işçi olarak aşırı değersizleştirilmelerini egemen kimliklerin soyut ayrıcalıklarına sarılarak giderebileceklerini sanıyorlar. İyi haber: Emeğin toplumsallığının böylelikle derinleşmesi, işçi sınıfının yeni ve daha gelişkin biçimde toplumsallaşarak siyasallaşması ve proleter devrimci demokratik eğitimini zorunlu kıldığı gibi bunun potansiyellerini geliştiriyor.

Aynı bölünme sorununu emek/doğa yarılması üzerinden düşünebiliriz. Kötü haber: Büyüyen eko-kırım ve eko-yıkım “iş kapısı” olarak realize ediliyor ve tek izin günlerini bile AVM’de geçiren işçiler doğaya korkunç yabancılaşıyor. İyi haber: Emek yıkımına ve doğa yıkımına karşı mücadeleyi üretim ekseninden bütünleştirmenin olanağı doğuyor.

Sorun “seçim” sorunu değil

Devrimci ve sosyalist hareket, kapitalizmin son 30-40 yıldır geçirdiği düzlem farklılaşmasına ve stratejik saldırılarına, programatik-ideolojik, siyasal, örgütsel, pratik olarak hemen hiçbir düzeyde yanıt veremediği için büyük bir zemin kayması ve irtifa kaybı yaşadı. Dolayısıyla sorun basitçe “seçim” sorunu değil, yalnızca Gezi sonrası süreç veya AKP dönemi de değil, “yenilgi” dediğiniz durumun tarihsel kökleri epey daha gerilere gidiyor. Bu zemin kayması, mevcut programatik, siyasal, örgütsel ve pratik anlayışlarını giderek etkisizleştirdi, büsbütün eklektize ve pragmatize etti, aralarındaki bağı da kopardı. Örneğin programlar siyaset, örgütlenme ve pratik halkalarına içerili olmaktan çoktan çıkmış, bir “söyleme” indirgenmiş ve kâğıt üzerinde kalmış durumda. Stratejiler ve programatik-stratejik eksenden taktik iç örüntüler yok, siyaset durmaksızın değişen gündemlere tepki vermeye indirgeniyor ve gündemler arasında tarihsel-dinamik bağlar kurulamıyor, deneyimli kadro tabakası çok inceldiği halde yeni kadrolar üretilemiyor, pratik faaliyet hareket planlarına sahip değil ve aktivizme doğru indirgeniyor, vd.

Emek-sermaye çelişkisi temeldir diyen ve işçi çalışmalarında az çok ciddi bir çaba gösteren akımlar ise, dinci-gericiliğe, ezen ulus milliyetçiliğine, ataerkilliğe karşı mücadeleyi, egemen kimliklerden işçiler içindeki çalışmanın (işçi çalışmasını zorlaştıracağı ve engeli olacağı gibi düşüncelerle) dışında tutabiliyor. Emek-sermaye çelişkisinin üretici güçlerin toplumsallaşması/kapitalist üretim ilişkileri çelişkisiyle içsel bütünlüğü kurulmadığında olacağı bu; bu durumda toplumsallaşmış sınıf dar işçiliğe, işçi siyaseti de sendikalizm ve sosyal demokratizme indirgeniyor.

İşçi sınıfını siyasallaştırmaktan veya işçi sınıfına siyasal bilinç taşımaktan anlaşılan, ulusalcı kamucu reformizm, sosyal liberal halkçılık veya ezilenci toplumculuk oluyor. Programlarda ve söylemde olduğu kadarıyla sosyalizm, pratikte hiç gelmeyecek “sonraki aşamalar”ın sislerine gömülüyor. Üretici güçlerin bugün geldiği toplumsallaşma düzeyinin çok gerisinde kalmış olan geleneksel sosyalizm anlayışı da, “ideal veya düzeltilmiş kapitalizm/burjuva demokrasisi” fetişizmine doğru çözülüyor. Ama zaten seçimlerde dip noktasını gördüğümüz ütopik-reformizm, “düzeltilmiş kapitalizm/demokrasi” hayallerini burjuvazinin şu veya bu kesiminin gerçekleştirmesini veya desteklemesini beklemek veya nafile ve fuzuli biçimde burjuvazi adına realize etmeye çalışmak değil mi?

Marksizm’in itibarının yükselişe geçmesi

Türkiye solunun büyük bölümünü, bugün daha geri versiyonlarıyla, ne yazık ki ütopik-reformizm karakterize ediyor. Kapitalist sistemin gerçek ve zorunlu işleyişini, yani kapitalist sistemin içindeki uzlaşmaz iç çelişkilerin tarihsel gelişim süreç ve doğrultusunu temel almak ve programatik-siyasal-örgütsel-pratik her açıdan buna göre konumlanmak yerine; kapitalizmin gerçek ve zorunlu işleyişi ile (bunun kendiliğinden bilinçteki bir izdüşümü olan) “ideal ifadesi” arasındaki soyut-çelişkiyi esas almak ve gerçek kapitalizmi bu soyut ideal ifadesine göre nafile ve fuzuli biçimde düzeltmeye çalışmak. Bugün bu sorunu daha da ağırlaştıran başlıca etkenler ise şunlardır:

Birincisi, hemen hiçbir boşluk bırakmadan her şeyin meta üretim ve mübadelesine dahil olmasıyla, burjuva ideolojisinin temelini oluşturan meta (soyut-değer) fetişizminin güçlenmesi ve bu temelde, kapitalizmde ne kadar daha imkânsız hale geldilerse soyut eşitlik, özgürlük, demokrasi, barış, adalet, kardeşlik hayallerinin o kadar yaygınlaşması ve solda bile “sosyalizm” yerine ikame edilmesi. İkincisi, geleneksel kırsal küçük burjuvaziden ve özellikle de solun daha fazla haşır neşir olduğu modern kent küçük burjuvazisinden işçileşen ve işçileşme sürecindeki geniş kesimlerin ve ara tabakaların, küçük burjuva veya ara tabakacı eklektik ve çokça ütopik algı, dilek, beklenti, düşünce ve yaşam tarzı, ruh hali içinde erime. Solun ne yazık ki, yıkıcı biçimde işçileşirken işçiliği de sel gibi basan geleneksel ve modern küçük burjuva/ara sınıf kesimlerinin ütopik, nihilist, reaksiyoner ruh hallerini göğüsleyecek, bu kesimleri azim ve sabırla mevcut ve gelecekteki gerçek sınıf istem, ihtiyaç ve özlemleriyle buluşturabilecek sınıfsal-ideolojik-siyasal bir donanımı yok. Bu yüzden işçi sınıfının geniş yeni kesimlerinden kaçar, dışlar ve küçümserken, kendileri de işçilikten hayali kaçış içindeki kesimlerinin ütopik/nihilist gelgitli ruh haline kolayca uyarlanabiliyor.

Dolayısıyla kötü haber: Programatik, siyasal, örgütsel, pratik sorunların hiçbiri “hadi işçilere gidelim”, “hadi işçi talepleri listesi hazırlayalım”, “hadi işçi politikaları üretelim”, “hadi yeni bir program yazıverelim” basitliğinde çözülebilecek şeyler değil. Sorun zaten tarihsel, yapısal ve sınıfsal. İşçi sınıfının son derece karmaşıklaşmış yapısı, kolektif hareket yetisinin zayıflamış olması, yeni proleterleşme dalgalarıyla sınıfa durmaksızın küçük burjuva bulanık bir ruh halinin taşınıyor olması, sınıfsal güç dengelerinin çok gerilemiş olması, çözümü zorlaştırıyor. Marksist tarih biliminin, solun büyük bölümü tarafından (kaba materyalizm ile aynı sepete konularak, yerine öznelci, göreci, ütopik biçimler geçilerek) defterden silinmiş olması ise çözümü imkânsız kılıyor.

Öyleyse iyi haber: Marksizm’in bilimsel-devrimci otoritesi ve itibarının yeniden yükselişe geçmesi. Marx’ın Kapital’i vitrinlik şık alıntılar yapmanın ötesinde, derinlemesine incelenmesi, günümüz kapitalist sisteminin içindeki uzlaşmaz çelişkilerin tarihsel gelişim sürecini ve doğrultusunu kavramak ve buna göre her düzeyde yeniden konumlanmanın iyi bir yeniden-başlangıç noktası olabilir. Kuşkusuz Kapital’i okumak kendi başına her şeyi çözemez, ama sol, Kapital’siz, tarih bilimsiz hiçbir sorununu çözemez.

Çünkü üretici güç ve yetilerin toplumsallaşması ve işçi sınıfı, bir “niyet” veya “dilek” değil. Tarih-bilimsel bir zorunluluk. Özgürleşme ve özneleşme tarihsel zorunluluğun örgütlü ve bilinçli pratiğiyse, bu tarih bilimsel olarak kavranmalı ve yılmak bilmez, tutkuyla yürütülecek, en büyük devrimci ihtiyaç haline getirilmeli.

Mütevazı öneriler

Programatik, siyasal, örgütsel, pratik sorunların hiçbiri salt birkaç kişinin ve çevrenin sınırlı birikim ve yetenekleriyle bir çırpıda çözülebilir görünmüyor. Her bir halkadaki sorunlar ciddi altyapı ve fizibilite çalışmaları kadar yeni bilgi, birikim, deneyim ve yetileri gerektiriyor. Bu halkaların birbirine içerili ve iç tutarlığa sahip bir bütün olması gereği, her birindeki ihtiyaç ve gelişmeler arasında yeni ilişki ve etkileşimler kurulmasını da zorunlu kılıyor.

Kuşkusuz güçsüzlükten kaynaklanan ilkesiz birliklerden bahsetmiyorum. Ancak yukarıda çizmeye çalıştığım eksende, neyin neden ve nasıl yapılacağı tanımlanarak ve farklılıklar da belirginleştirilerek, belli alan, konu ve somut sorunlar çerçevesinde ortaklaşa veya daha sistematik etkileşimli, birbirini besleyen, bütünleyen, eleştirmeyi de ihmal etmeyen çalışmaların yapılabileceğini düşünüyorum.

Bu eksenden bir dizi mütevazı önerim:

Solda Türkiye’nin ekonomi-politik eleştirisinden kopuk dar siyasal analizler revaçta, ekonomiye dönük olarak ise daha ziyade “rant ekonomisi”, “finansallaşma”, “ahbap çavuş kapitalizmi”, “ilkel birikim”, “mafya ekonomisi” gibi yaklaşımlar veya mali politikalar ile sınırlı analizler öne çıkartılıyor. Oysa Türkiye’de 2000’li yıllarda organize sanayi bölgesi sayısı 2 kata yakın, fabrika sayısı 4 kattan fazla arttı, Anadolu’da OSB’siz il kalmadı, ve OSB’ler hızla kasabalara yayılıyor, üniversiteler TeknoParklaşıyor, meslek liseleri fabrikalaşıyor, sermaye havzaları ve koridorları (üretim, hizmet, çok modlu lojistik ve tedarik artelleri, bilişim-iletişim vadileri, vd.) büyüyor, madenler için delik deşik edilmeyen doğa parçası kalmadı, evde kafa emeği (uzaktan çalışma) ve evde el emeği (kasabalar, köyler!) üretimi ile evler bile fabrikalaşıyor, sağlık, eğitim, turizm, kültür, spor alanlarının her biri büyük çaplı kapitalist endüstrilere dönüşmüş durumda, yüzde 25’in altına düşmüş kırsal nüfusun önemli bölümü de, altyapı, maden, turizm, tarım gibi geçici ve mevsimlik işlerde işçi olarak çalışıyor. Bütün bunların kapitalist meta ve artı-değer üretimi ilişkileri ekseninden, alabildiğine genişlemiş ve derinleşmiş emek-sermaye çelişkisinin gelişim süreçleri ekseninden, çok yönlü ve katmanlı emek kontrol ve emek disiplini mekanizmaları ekseninden, emek süreçlerinde ve çalışma ilişkilerinde dönüşüm ekseninden, sermayenin zayıf ve kırılgan noktaları ekseninden, işçi sınıfının her alan, bölge, sektördeki tüm yönlü sorunları, bileşimleri, dönüşümü ve dinamikleri ekseninden, ne ve nasıl yapmalı, nerelerden başlayıp nerelere doğru konumlanmalı sorularına yanıt arayan, somut analizlere, haritalandırmalara, bu alanlar içinden veri ve bilgilerle beslenen çalışmalara ihtiyaç var. Bunlar çalışma grupları biçiminde olabilir, belli bir iş bölümü çerçevesinde birbirini bütünleyen parça (örneğin sektörel, alansal, kesimsel) çalışmalar olabilir, ancak her koşulda, ilgili alanlar içinden canlı veri, bilgi, deneyim aktarımı desteğiyle ve saha araştırmalarıyla da birleştirilerek yürütülebilir.

Beyaz yakalıların, eğitimli emeğin, kafa emeğinin çalışma ilişkilerindeki/emek süreçlerindeki dönüşüme ve yıkıcı işçileşme süreçlerine dair alan araştırmalarını da içeren güncel çalışmalara ihtiyaç var. Beyaz yakalıların yıkıcı işçileşmesine dair, yazılar, inceleme-araştırmalar, röportajlar, tartışma programları, paneller, seminerler, beyaz yakalıların ortalama ücretinin asgari ücrete çakılmaya yüz tuttuğu ve infial belirimlerinin arttığı şu süreçte daha yaşamsal. Belli bir sınıf bilincine sahip öncü mavi ve beyaz yaka işçi temsilcilerinin, önceden hazırlanarak birlikte katıldığı, konuştuğu ve tartıştığı forumlar, etkinlikler de düşünülebilir.

İşçi sınıfının önceden belirli genel gündemleri (örneğin asgari ücret gibi, ortaklaşılabildiği ölçüde siyasal ve uluslararası gündemler de olabilir) üzerine ortak faaliyet kampanyaları yürütülebilir. Örneğin herkesin kendi çeperindeki işçileri, emekçi kadınları, mesleki uzmanları (örneğin bilişim işçilerinin dijital ortamları kurması, sosyal politika uzmanları, ekonomi-politik eleştirisi uzmanları, sanatçılar, vd.) harekete geçirdiği, ortak bildirge ve afişlerin yapıldığı, birleşik işçi forumlarının ve işçi havzalarında birleşik işçi eylemlerinin organize edildiği, çok sayıda işçi deklarasyonunun yayınlandığı, vd. faaliyetler.

Aynısı her dönem öne çıkan bir iki işçi grev veya direnişi çevresinde organize edilebilecek, (sosyal medya paylaşımları ve sembolik dayanışma ziyaretlerinin ötesine geçecek, asıl çok çeşitli işçi kesimlerinin direnişle dayanışmasını örgütleyecek, o direnişe doğrudan ya da dolaylı özgül katkıda bulunabilecek herkesi bulup çıkartacak ve harekete geçirecek), etkin ve eylemli sınıf dayanışması birleşik kampanyalarıyla yapılabilir. Bu açıdan Migros Depo işçilerinin direnişi esinleyici bir örnekti. Direnişin çok yönlü eylemlerle derinleştirilmesinin (Özilhan’ın evinin önünde eylem, TÜSİAD’ın önünde eylem, vd.) yanı sıra, birçok sol siyaset tarafından Migros mağazalarında yapılan eylemler, tüketici boykotu kampanyası, direnişin çok yönlü toplumsallaşan bileşik etkisini artırdı.

Az çok kalıcı, sahici ve samimi işçi alan çalışmaları yürütenlerin, işçi sınıfına dair “içerden” veri, gözlem, bilgi, deneyim paylaşımlarının artırılmasını da önemli görüyorum. Kuşkusuz bunun için “güç birlikleri” oluşturulması gerekmiyor. Ama örneğin bir seçim sürecinde, birkaç sol işçi yayınının işçilerle daha dolaysız etkileşime girerek ve söyleşiler yaparak, işçilerin siyasal algı ve düşünce tarzına, eğilimlerine dair “içerden” çıkardığı sonuçlar ve yaptığı değerlendirmelerin, aynı yayınların sosyal medyadaki hava ve beklentiye kapılmış siyasal analiz yazarlarınınkinden çok daha nesnel, doğru ve hatta derin olabildiğini gördük. Bu açıdan sol yayıncılığın, alanların ve sınıfın içinden veri, bilgi, deneyim, söyleşi ve araştırmaların ağırlığını artırması ve bunları sistematikleştirmesinde yarar var. İşçiler ancak toplu olarak öldüklerinde ya da direnişe geçtiklerinde “haber” olabiliyorlar, oysa salt çalışma ve yaşam koşullarının kaba betimlemelerinin de ötesinde, işçi sınıfına dair olumlu-olumsuz ekonomik, siyasal, toplumsal, ideo-kültürel her şeyin, her durum ve eğilimin (illa haber olması gerekmeden) bilgi değeri vardır. İşçilerin neyi neden ve nasıl yaşadığı, algıladığı ve yaptığı, kafasındaki soruların ve çelişkilerin neler olduğu, bunların sınıf durum ve çelişkileriyle doğrudan veya dolaylı bağının ne olduğu vd. bilinmeden isabetli ve dönüştürücü politika bir yana propaganda-ajitasyon bile yapılamaz. Çünkü Lenin’in söylediği gibi “soyut gerçek diye bir şey yoktur, gerçek her zaman somuttur” ve “somut durumun somut tahlili” de, işçi sınıfının somut tarihsel-diyalektik iç süreçlerinin bilgisini ve analizini gerektirir.

Kaynak: Fuat Yücel Filizler, sendika.org, 18 Temmuz 2023

https://sendika.org/2023/07/uretim-ve-mucadele-yetilerinin-toplumsallasmasi-sinif-ve-sol-688338/

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

*