Home » GÜNDEM » TİP umut olabilir mi: Bir eleştirel analiz

TİP umut olabilir mi: Bir eleştirel analiz

TİP, kamucu reformizm ile yeni sol (radikal demokrasi ve liberal halkçılık) arasında bir yerlerde duruyor, bu ikisinin büsbütün eklektik bir sentezini yapmaya çalışıyor.

TİP’in kendi yayın organlarında ve etkinliklerinde bolca devrimcilik, sosyalizm, öncü parti gibi kavramları kullanması bu gerçeği değiştirmiyor, yalnızca örtüyor. Bir kişi hakkında olduğu gibi bir siyaset hakkında karar verirken, kendisi hakkında ne söylediğine değil ne yaptığına bakmak gerekir. Kaldı ki TİP parlamenterist popularitesinin artmaya başladığı ve seçim menziline girildiği son dönemde devrim ve sosyalizm kavramlarını da giderek geri plana çekmeye ve silikleştirmeye başladı.

Kamucu reformizm

TİP’in programında var olan son derece geri ve güdük sosyalizm söylemini bile (TİP’in programını ve sosyalizmden ne anladığını ayrıca ele alacağız) dönemsel-gündelik ajitasyon-propagandasına taşımaktan ve güncel sorun ve istemlerle bağlantılandırmaktan öylesine imtina ediyor ki, “kamuculuk, eşitlik, özgürlük, yurttaşlık, kardeşlik, barış, adalet, kadın hakları” gibi burjuva demokratik talepler çerçevesindeki seçim bildirgesi dahi, asgari bir devrimci sosyalist siyasal birikimi olmayan “seçmen tabanı” tarafından “sosyalizm” olarak algılanıyor. (Örneğin TİP’e önce üye olup sonra HDP ihtilafı nedeniyle istifa eden KHK’lı bir öğretim üyesi bile, “TİP’in seçim bildirgesinde beyan ettiği adil paylaşım, özgürlükler, barış ve ekoloji gibi” söylemlerin “sosyalist çerçeveyi oluştur”duğunu sanabiliyor! Bkz. Burak Ülman, TİP nerede yanlış yaptı?, gazeteduvar.com, 22 Nisan 2023)

TİP’in tümüyle AKP iktidarı/rejiminin eleştiri ve teşhirine odaklanmış Deprem Raporu’nun sonuna sıkıştırılmış “sosyalizm propagandası” niyetine yazılanlar da sosyalizmin “kamuculuğa” indirgenerek içinin nasıl boşaltıldığını gösteriyor:

“Felaket kapitalizminin bütün korkunç çıplaklığıyla karşımızda duruyor oluşu, sosyalizmin bu ülkede sadece hayatta kalmak için bile zorunlu bir ihtiyaç haline geldiğini ortaya seriyor. Son bir aydan çıkarmamız gereken temel ders şudur: Barınma, beslenme, sağlık, ulaşım, ısınma gibi temel ihtiyaçların kar güdüsüyle değil, kamusal ihtiyacın, kamusal hizmet kurumu tarafından, kolektif tüketim hizmetleri olarak herkes için karşılanması gerektiği ön kabülüyle işleyen bir düzene geçmedikçe, Türkiye halklarının bu kabustan çıkma şansı yoktur. İstanbul ve diğer pek çok bölgede daha korkunç yıkımlara yol açacak depremlerin eli kulağındayken; hatta kalabilmesi ve eğreti değil, demokratik bir kamusallığın haysiyet sahibi üyelerine dönüşmeleri için toplumun su katılmamış bir sosyalist iktidara ihtiyacı var. Depreme dirençli ve herkes için erişilebilir konutlarda yaşayabilmek için arsa ve konut üretim ve fiyatlandırmasını rantsal spekülasyonunun konusu olmaktan çıkaracak politikalar izleyecek sosyalist bir iktidardan söz ediyorum. Bunun için de sosyalist eleştiri, ilke ve politikaların daha fazla gündeme getirilmesi gerekiyor. Yani, salt hayatta kalabilmek için bile gerçekliğin anti-kapitalist açıklaması ve eşitlikçi-özgürlükçü bir topluma yürüyüşün programı olarak sosyalizmi, eskisinden daha zengin bir içerikle (kadın özgürlükçü, ekolojist, müşterekleşmeci, özyönetimci vb) yüksek sesle dillendirmek şarttır.” (Ali Ekber Doğan, TİP Deprem Raporu, 2023)

TİP’in teorisyenlerden biri olarak bilinen bir yazarından bile duyup duyabileceğiniz “sosyalizm propagandası” bu kadar! Sosyal demokrasiden fazlası değil. Tüketimin kamu hizmeti olarak kolektivize edileceğini söyleniyor (Manuel Castells’in kulakları çınlasın!) ama üretim araçları ve arazi üzerinde özel mülkiyetin kaldırılmasını bile “dile getirilemiyor”. Depremin anti-AKPciliğin ötesinde anti-kapitalist bir açıklamasının bile yapılamadığı bir raporda, “daha zengin içerikli” ve “yüksek sesli” sosyalizm propagandası görevinin belirsiz bir geleceğe havale edilmesi bir yana, TİP’in kamuculuk ile toplumsalcılık (ve toplumsallaştırmacılık) arasındaki tarihsel, sınıfsal, ekonomik, siyasal ayrımları bile yap(a)madığını, deprem yıkımı konusunda dahi asgari bir sosyalizm propagandası donanım ve niyetinin olmadığını görüyoruz.

TİP’in reformizmini teorisize etmekte ise epey “yaratıcı” olduğunu söylemek gerekir. Önce HTKP döneminden bir paragraf:

“Ütopik bir “aşkınlık” merakı, sosyalist hareketi en fazla marjinal bir konuma yerleştirmeye yarayacaktır. Unutulmamalıdır ki sosyalist hareket “düzen dışı” olmaktan çok “düzen karşıtı” bir siyasal unsurdur. Bu anlamda, sosyalist öncü verili toplumsal koşullar altında egemen siyasal ve ideolojik formasyonu içinden çözmek, bu formasyonun sınıfsal karakterini içinden teşhir etmek ve kendi siyasal ve ideolojik eklemlenmesini bu alanın içinden oluşturmak durumundadır. Ancak, sosyalist öncünün büsbütün verili formasyonun sınırlarına mahkum olmadığı, hatta devrimciliğin bu mahkumiyetin reddi anlamına geldiği de açıktır. Verili siyasal ve ideolojik formasyonun, sosyalist öncünün müdahaleleriyle çekilebileceği noktanın da bir sınırı vardır ve bu noktaya gelindiğinde yapılması gereken kayıtsız şartsız işçi sınıfını siyasal iktidarı ele geçirmeye çağırmaktır.”

(Can Soyer, Bir tartışmayı kışkırtmak: Sosyalist devrim stratejisi Türkiyelileşebilir mi? Komünist dergisi, Kasım 2014)

Marx, Lenin ve bağımsız sosyalist devrimcilik adına ne biliyorsanız unutun! Burada “düzen dışı” ve “düzen karşıtı” kavramları üzerinden yapılan bir kartları karıştırma ile, “sosyalist öncü”nün kapitalizm koşulları altında egemen siyasal ve ideolojik formasyonun dışına çıkamayacağı ve çıkmaması gerektiğini, egemen siyasal ve ideolojik formasyonu “içinden çözmek”, bu formasyonu içinden teşhir etmek ve “kendi siyasal ve ideolojik eklemlenmesini bu alanın içinden oluşturmak durumunda” olduğunu öğreniyoruz?? Parlamento, sarı sendikalar, üniversiteler vb gibi belli düzen kurumlarının içinde ama ideolojik-siyasal bağımsızlığını koruyarak (yani ideolojik-siyasal olarak dışından) mücadele etmek ile, burjuva egemen ideolojik-siyasal formasyonun “içinden (ve ona eklemlenerek?) dönüştürmeye kalkışmak çok farklı şeylerdir. “Sosyalist öncü”nün burjuva egemen ideolojik-siyasal formasyonu içinden dönüştürebileceği noktaya kadar dönüştürdükten sonra, işçi sınıfını iktidara çağıracağı tam bir ütopik-reformist fanteziden ibaret.

İkinci bir örnek, TİP başlıca teorisyeni ve stratejisyeni olarak bilinen, geçtiğimiz yıl yaşamını yitiren Metin Çulhaoğlu’ndan. Çulhaoğlu, önce bir “ikili iktidar” tanımı yapıyor: “ ‘İkili iktidar’, yeni tarihsel blokun, mekansal ve kurumsal anlamda de facto (fiilen) ulaştığı bir hegemonya sonucunda mevcut iktidar karşısında bir alternatif oluşturduğu durumdur.” Ardından, “Böyle bir durum kaçınılmaz olarak bir iç savaşa yol açmaz mı?”, yani iç savaş olmadan iktidarı almak mümkün müdür, diye soruyor. Ve şöyle yanıt veriyor:

“İlk soruya (iç savaş) vereceğimiz yanıt, “ciddi bir olasılıktır, ama kaçınılmaz değildir” olacaktır. Daha ötesi spekülasyona gireceğinden bu soruya ilişkin ayrıntılardan kaçınmak en iyisidir. Yalnızca bir nokta: İkili iktidarda bir tarafın fiilen oluşturduğu karşıt hegemonyanın diğer tarafı ‘teslim olmaya’ zorlaması hiç düşünülmeyecek bir durum sayılmamalıdır.” (Metin Çulhaoğlu, Türkiye Sosyalist Hareketi ve Bir Vizyon Bildirimi, Komünist Dergisi, Aralık 2019)

Çulhaoğlu, spekülasyon yapmayalım diyor ama, ikili iktidar durumunda merkezi iktidarın iç savaşsız, “hegemonya kurularak”, alınabileceği ve/veya korunabileceğinin bir olasılık olduğunu, hiçbir teorik-bilimsel, tarihsel temellendirme yapamadan ileri sürerek en büyük spekülasyonu kendisi yapıyor. İktidarın barışçıl bir hegemonya ile alınabileceği spekülasyonu, ve buna zemin sunabilecek biçimde yapılmış son derece muğlak bir “ikili iktidar” tanımı, yeni-Kautskycilik’ten yeni sol’a (TİP özgülünde “radikal demokrasi”nin bir versiyonu) geçişin kapısını açıyor ya da bu ikisinin “sentezine” doğru ilerliyor.

Radikal Demokrasi ya da Liberal Halkçılık

Öyleyse TİP’in “radikal demokrasi” boyutuna gelelim. Önce yine birkaç alıntı:

“Yapılabilecek olan ve bizce yapılması gereken ‘seçimler’ ve ‘temsili mekanizmalar/organlar’ korunmak üzere bildiğimiz demokrasiyi yeniden ve burjuva demokrasisinin katması mümkün olmayan eklerle birlikte yeniden tanımlamak, geleceğin sosyalist demokrasisinde yer alacak belirleyici özelliklerin en azından bir kısmını bugün savunmak, önermek ve hayata geçmesi için çalışmaktır.” (Metin Çulhaoğlu, Trump’ın gitmesi ve düşündürdükleri. İleri Haber, 9 Ocak 2021)

Çulhaoğlu, bir sonraki yazısında bu düşüncesini devam ettiriyor:

“Solun, olması gerektiği halde, demokrasi konusunda seçimlerin, temsili-parlamenter demokrasinin, ‘darbe karşıtlığının’ ve şimdilerde ‘güçlendirilmiş parlamenter sistemin’ ötesinde söylediği şey hemen hemen yok gibidir. Oysa günümüz dünyası, demokrasi kavramının özellikle katılım ögesiyle birlikte ve emek süreçlerini de içerecek biçimde ele alınması açısından sola ciddi imkanlar sunmaktadır.” (M. Çulhaoğlu, Boynuzlu postlu dövmeli adam, İleri Haber, 12 Ocak 2021)

Öncelikle Çulhaoğlu, Türkiye solunda demokrasi konunda temsili-parlamenter demokrasinin ötesinde bir şey yok derken, en hafif deyişle yanılıyor. Bağımsız devrimci işçi komiteleri, meclisleri, konseyleri demokrasisini ve (ikili iktidar durumuna yönelik olarak da) iç savaş ve iktidar organı olarak sosyalist devrimci işçi konseyleri demokrasisini savunanlar var. İkincisi kendi “radikal demokrasi” önerisi de buralarda yeni değil, bir dönem Kürt hareketi ve HDP’nin savunduğu ve hatta bir ölçüde uygulamaya çalıştığı bir biçim. Genellikle “katılımcı, çoğulcu, özerkçi, müzakereci demokrasi” olarak tanımlanan radikal demokrasi, burjuva liberal demokrasinin ona yapılacak bu gibi “eklerle” bir gömlek genişletilebileceği varsayımına dayanır. Özünde burjuva liberal demokrasinin bir versiyonudur.

Bu, burjuva temsili-parlamenter demokrasinin ona eklenecek işçi, halk komite ve meclisleri, dayanışma ağları vb ile bir gömlek genişletilebileceği reformist hayalciliğinden ibaret. Hem Öcalan ve Demirtaş’ın radikal demokrasi anlayışlarının, hem de Metin Çulhaoğlu’nun yukarıda alıntı yaptığımız yazılarının eleştirilerini daha önce yapmış olduğumuz için burada tekrarlamayacağız. (Bkz. Öcalan ve Demirtaş’ın Radikal Demokrasisi Üzerine. Devrimci Proletarya, 26 Haziran 2014. Metin Çulhaoğlu’nun ‘Yeni Demokrasi’ Faraziyesi Üzerine Bir Tartışma. Devrimci Proletarya, 12 Ocak 2021)

Yalnızca şu kadarını söyleyelim ki, Çulhaoğlu’nun söylediklerinin fikir babaları, Laclau ve Mouffe’nin post-yapısalcı radikal demokrasisinin ta kendisidir: Laclau ve Mouffe de, “liberal demokrasinin en iyi yanları ile sosyalizmin en demokratik yanlarının sentezi”nden bir “radikal demokrasi” kurgusu türetmeye çalışmışlardı. Oysa proletarya-burjuvazi uzlaşmaz karşıtlığı gibi sosyalist demokrasi ile burjuva demokrasisi de uzlaşmaz karşıtlardır. Bağdaşmazlar. Bağdaştırmaya (ya da akademik Marksizmin pek sevdiği Spinozacı kavramla “eklemlendirme”ye) kalkışırsanız, işçi, halk komite ve meclislerini, dayanışma ağlarını burjuva parlamenterizmin uzantısına ve “burjuva ideolojik-siyasal formasyon”un yedeğine dönüştürmüş olmaktan ileriye gidemezsiniz.

Bu kadarı, TİP’in bu seçim sürecinde merkeze koyduğu “Meclis senin”, “İşçiler/halk Meclise”, “Sokağı Meclise, Meclisi Sokağa taşımak” gibi yeni sol/radikal demokrasi sloganların arka planındaki liberal halkçı teorizasyonu görmek için yeterli. Ama bu ultra eklektik, post modernist yaklaşımın, TİP’in temel siyaset belgelerine nasıl yansıdığını da görelim:

“Bizim düşlerimiz, parlamenter sistemi kapsar ama ufku çok daha geniştir. Meclis elbette işlevli hale gelmeli. Ancak bundan daha ötesi ve doğrusu;

– Yurttaşların üç -beş parti başkanının istediği kişileri değil kendi temsilcilerini seçip gönderebildikleri bir meclis,

– Patronlardan ve onların temsilcilerinden, büyük çoğunluğu zengin ve yaşlı erkeklerden oluşan bir yasama organına izin vermemek,

– Halk düşmanlığına heves edenlere karşı denetimin halkın temsilcileri tarafından yapıldığı bir mekanizma kurabilmek,

– Kendi çıkarını halkın çıkarının üstünde tutan veya başarısız olan temsilcilerin geri çağrılabilmesi, – Yurttaşların yaşadıkları mahallede, çalıştıkları iş yerinde, okudukları okulda örgütlenme ve karar alabilme haklarına sahip olmalarıdır.

İşte bu yüzden, “Yeni bir kuruluş, yeni bir yurttaşlık bilincinin örgütlenmesiyle mümkün olacak” diyenlerle yol arkadaşı olacağız. (TİP Tutum Belgesi; Kurtuluş ve Kuruluş İçin… Bir Yol Var! Türkiye İşçi Partisi, Komünist Dergisi, Ocak 2022)

Burada çok aleni biçimde burjuva parlamenterist demokrasiyle sosyalist (veya komünal) demokrasinin birbirine karıştırıldığını, post-modernist biçimde iç içe geçirilmeye çalışıldığını görüyoruz. Nitekim yukarıdaki alıntıda işçi sınıfı yok, 2 “halk” ve 3 “yurttaş” kelimesi var! Bundan bir burjuva demokrasisi/sosyalist demokrasi sentezi değil ama, bir yeni-Kautskycilik ve liberal halkçılık sentezinden başka bir şey çıkmayacağı çok açık.

TİP burjuva parlamentonun ona yapılacak bazı “sosyalist/halkçı demokrasi ekleri” ile bir tür halk demokrasisi organına dönüşebileceği hayalini görüyor ve yaymaya çalışıyor. Bu ütopik-reformist parlamentarizm kurgusu içinde, sermaye egemenliği, kapitalist devlet iktidarı ve ordu, polis, istihbarat ve devlet bürokrasisi bile gözden kayboluyor ve “halk temsilcileri tarafından denetlenebileceği, halk düşmanlarının görevden alınabileceği” beklentisi yaratılıyor. “Halk düşmanlığına heves edenler” ifadesi dahi, burjuva parlamentonun sanki sınıflar üstü nötr bir organ olduğu, buradaki burjuva parti temsilcilerinin halk düşmanlığı yapıp yapmamak kendi kişisel tasarruflarındaymış gibi bir izlenim yaratıyor. TİP’in parlamento “ideası”, burjuva parlamentoya yapılan kurgusal, ütopik-reformist “ekler” ile, benzeri az görülmüş düzeyde bir parlamento fetişizmine dönüşüyor.

TİP başkanı Erkan Baş, Tutum Belgesi üzerinden şunları yazıyor:

“TİP’in esas gayesi seçimler aracılığıyla toplumsal muhalefetin dirençli unsurlarını, onların sözcü ve temsilcilerini, militanlarını parlamentoya taşımaktır. TİP’in listeleri TİP’lileri dolduracağımız bir çuval değil, ülkemizin tüm ilerici birikimini yansıtacak ve parlamentoya taşıyacak bir kolektif mücadele zemini olarak oluşturulacaktır. Örnek vermek gerekirse, TİP’in adaylıkları siyasetin sadece izleyicisi kılınmak istenen halkın temsilcilerine, ülkenin dört yanında direniş sürdüren işçilerin, adalet mücadelesi veren barış imzacılarının, Kaz Dağları Direnişi’nin, Boğaziçili öğrenci ve akademisyenlerin, özgür bir ülkede yaşayabilmek için kavga veren kadınların, onuru için ayağa kalkan LGBTİ+’ların, tutuklu gazetecilerin, burada sıralamaya kalksak sayfalar tutacak olan tüm ilerici, eşitlikçi, özgürlükçü birikimin temsilcilerine ayrılmıştır.

(Erkan Baş, Kurtuluş ve Kuruluş İçin: Üçüncü İttifak. Komünist Dergisi, Ocak 22)

Bu satırlarda burjuva parlamenterizmini ona “sosyalist demokrasi öğeleri ekleyerek genişletme” fantazisi de buharlaşıyor, geriye yalnızca Türkiye’deki “tüm ilerici birikimi, toplumsal muhalefetin öncü unsurlarını, sözcü ve temsilcilerini, militanlarını parlamentoya taşımak” gibi bir hedefle, parlamenterizm popülizmle hizalanarak liberal popülizmin doruk noktasına taşınıyor. TİP kendisini öylesine bir parlamenterist başdönmesine kaptırmış durumda ki, burjuva parlamentonun bir “halk temsilcileri organı”na dönüştürülebileceğini hayal ve vaat ediyor!

Dünya ve Türkiye tarihi, parlamento, bürokratik sendika, STK gibi kurumların, sınıfsal-toplumsal hareket ve dinamiklerin öne çıkan unsur ve temsilcilerini içine çekerek öğütmesi ve bunun üzerinden bu hareket ve dinamikleri düzene soğurması ve payandalamasının sayısız örneği ile doludur. Sınıfsal-toplumsal hareket ve mücadelelerin Türkiye’ye göre belirgin olarak daha ileri olduğu Yunanistan (Syriza), Brezilya (İşçi Partisi), Şili (Geniş Cephe ve Komünist Partisi), ABD (Sanders ve Demokratik Sosyalistler) gibi ülkelerde bunun çok yakın tarihli örneklerini de iyi biliyoruz. Sermayenin “daha akıllı” kesimleri de kuşkusuz baskının hegemonik rıza mekanizmalarıyla, toplumsal hareket ve dinamiklere belli kontrollü düzen kanallarının açılmasıyla ve düzenin muhalif bileşenleriyle birleştirilmesini tercih eder. Ki günümüz Türkiyesi’nde TÜSİAD’ın da yalnızca sermaye kesimleri arasındaki güç dengelerinin yeniden düzenlemesi için değil enkaza dönüşmüş parlamento gibi düzen kurumlarının da (Kılıçdaroğlu’nun deyişiyle) toparlanması ve aynı zamanda toplum üzerinde yeniden hegemonya tesisinde kullanabilmesi için böyle bir politika izlediğini biliyoruz. Türkiye’de sınıfsal, toplumsal, siyasal güç dengelerinin ve hareketlerin geri düzeyiyle de birlikte sermayenin yeniden hegemonya tesisi yönelimi, parlamento gibi düzen kurumları içinde mevzi kazanma ve bunları mücadeleyi geliştirmede kullanma çabasının düzenin muhalif bileşeni ve demokratik vitrini olmaya dönüşmesi tehlikesini had safhada büyütüyor. Erkan Baş’ın “ana muhalefet olmayı amaçlıyoruz” gibi açıklamalarında TİP’in artık dil ve zihniyetini de tümden şekillendirdiği görülen parlamenterizmi ve bunu mücadelenin tayin edici merkezi haline getirmeye kalkışması ise, TİP nezdinde düzenin muhalif bileşeni ve demokratik vitrini olmanın artık bir tehlike olmaktan çıktığını, bir olgu haline geldiğini gösteriyor.

Ancak TİP seçim sürecindeki her türlü sınıfsal ve toplumsal hareket, dinamik ve direnişin “kendi” milletvekili adaylarını çıkarması ve tüm temsilcilerinin ve birikimlerinin Meclis’e taşınması gibi bir ultra liberal-popülist politikayla bunun da ötesine geçiyor; parlamenterizmi tüm Türkiye solunda, devrimci, sosyalist, komünist ve direnişçi hareket ve dinamikleri üzerinde meşrulaştırma ve realize etme görevini de üstleniyor. Bu tüm solu, devrimci ve direnişçi birikim ve dinamikleri kendi parlamenterizmine ortak ederek ve parlamenterizme yedekleyerek, kendi parlamenterizmini aklama/realize etme politikasıdır.

Bizim Marx ve Lenin’den ve dünya ve Türkiye’deki savaşım deneyimlerinden öğrendiğimiz, parlamento ve gerici sendikalar gibi düzen kurumlarında belli mevziler, belli koşullar ve ilkeler çerçevesinde elde edilebilecek ve savaşımda kullanılabilecek olsa bile, bunu bu kurumları işçi sınıfı ve kitleler nezdinde meşrulaştırmadan, kitleleri bu kurumların gerçek işlevi ve işleyişi açısından yanıltmadan ve beklentiye sokmadan, tam tersine bu düzen kurumlarının kapitalist iktidar ve hegemonyadaki rollerinin deşifre edilerek yapılması gerektiğidir. TİP’in tüm yaptığı ise “düzeltilmiş kapitalizm, düzeltilmiş burjuva demokrasisi, düzeltilmiş parlamento” liberal ütopik reformizmini kitlelerin mücadeleci ve arayış içindeki kesimlerine zerk ederek, asıl sınıfsal-toplumsal patlama, militanlaşma, devrimcileşme potansiyel ve dinamiklerini düzenin muhalif bileşeni olarak, parlamenterist-popülizmle “düzeltmek”.

TİP’in seçim sürecinde Cumhurbaşkanlığında Kemal Kılıçdaroğlu ve neoliberal-muhafazakar Millet İttifakını açıkça desteklemesi, TÜSİAD’ı ve ABD-AB-TÜSİAD ekseninin yeniden yapılanma/yeniden hegemonya tesisi programını eleştirmekten ve teşhir etmekten bile kaçınması, NATO yasasına karşı oy vermekten bile imtina etmesi, HDP’den rol ve oy çalarak onunla siyasal ittifakını dinamitlemesi ve kısmi seçim ittifağı dışında sürdürülemez hale getirmesi; hepsi bu çizgisiyle uyumludur. Bunlar parlamentoda grup oluşturabilmek adına sisteme verilen geçici tavizler değil, sistemin büyük abilerine ve yeniden hegemonya tesisine verilen güvencelerdir.

TİP’in “yeni sol”culuğunun tipik bir boyutu da, post-modern sol koalisyon partisine dönüşmesi. Liberal solcular, ulusalcı solcular, sol kemalistler, sosyal demokratlar, CHP’nin “sol kanadı”, eski devrimci “yorgun demokrat”lar, sivil toplumcular, yeşiller, troçkistler, sol görünümlü sendika ve meslek odası bürokratları, vd… TİP, burjuva ve küçük burjuva ideolojisinin çeşitli “sosyal” ya da “muhalif” versiyonları da dahil olmak üzere, en geniş ve en gevşek anlamıyla “sol” ya da “ilerici” dediği bu ve benzeri siyasal-ideolojik renk ve tonların hepsine hemen hiç süzmeden kapılarını açıyor ve/veya yakın ittifak ilişkisi kuruyor. Bu haliyle TİP yayınlarında tekrarlamayı sevdiği “devrimci parti”, “sosyalist öncü parti”, hatta “sosyalist kitle partisi” bir yana, kendi içinde ve yakın çeperindeki ittifaklarla (sosyal, halkçı, liberal, ulusalcı ultra eklektik) demokratik koalisyon platformuna benziyor.

Küçük burjuva halkçı devrimci demokratik bir platform da değil, çünkü tüm temel yazın ve politik bildirgelerinde aralarında mekik dokuduğu ve iç içe geçirdiği emekçi-halk-yurttaş kavramları koalisyonundan da görüleceği gibi, burjuva liberal demokrasiyi ve parlamenterizmi de kapsıyor ve merkezine koyuyor. Bu aslında Yunanistan’da Syriza, ABD’de Demokratik Sosyalistler, Şili’de Geniş Cephe gibi bir çok ülkede benzerlerini gördüğümüz, HDP’nin de Türkiyelileşme politikası çerçevesinde uygulamaya çalıştığı, Laclau ve Mouffe tarafından “radikal demokrasi” adı altında teorize edilmeye çalışılmış “radikal demokrasi”nin (anılan örneklerin hepsinden daha geri olan) Türkiye-TİP versiyonu. (Aslında Türkiye’de de daha önce, Metin Çulhaoğlu’nun MYK üyesi olduğu ÖDP ve TİP’in öncülü HTK’nin bileşeni olduğu Birleşik Haziran Hareketi ile denenmiş ve ikisi de solda derinleştirdikleri ağır tahribat bir yana skandallarla sonuçlanmıştı.) Türkiye-TİP örneğinin bir çok ülkedeki “radikal demokrasi” girişimlerinden daha geri olması, onlar hiç olmazsa büyük çaplı isyan ve direniş hareketlerinden veya kitle mücadelelerinin yükseliş trendinden doğarken, Türkiye’deki sınıfsal-toplumsal güç dengeleri ve hareketlerin daha geri düzeyde olması, bunun hepsinde ortak olan parlamenterizm/seçim kulvarının sanki tek “açık” kanalmış gibi baskınlığını ve egemenliğini had safhada artırması.

Bir diğer nedeni, TİP’in mevcut yasalcı reformist gevşek parti yapısı içinde, asgari bir siyasal, ideolojik (ve çok çeşitli pratik kitle mücadeleleri içinde deneyim ve birikim kazanmış) netlik ve donanıma sahip bir “kadro çekirdiği”nin olmaması, böyle bir kadro çekirdeği oluşturmaya dönük güçlü bir yönelim ve çabasının da olmaması. Yoksa TİP’in kitlelere dönük siyasal ve hatta seçim bildirgelerinde, kitlelerle aynı çerçevede “kadro”larına da seslenmek zorunda kalması nasıl açıklanır? Eh TİP’e üye olmanın bir sendikaya üye olmaktan bile daha kolay olması ve ideolojik, siyasal, pratik olarak ciddi kadro standartlarının olmaması, kitlelerle üyeler arasındaki ve üyelerle kadrolar arası nitel farkları geriye doğru silikleştirince, Lenin’in menşeviklerle tüzüğün ikinci maddesi üzerine ünlü mücadelesi, kağıt üzerinde tüzükte bulunan ama pratikte uygulanmayan bir hoş seda olarak kalıyor. “Kitlesel sosyalist parti” söyleminin iç yüzü de, “emekçilerin, halkın ve yurttaşların” kendiliğinden (meta/parlamento/seçim fetişisti) bilincine uyarlanmış liberal halkçı demokratik koalisyon platformu olarak açığa çıkıyor.

Gerçi TİP “sosyalist hareketin yeniden kuruluşu” söylemine referans olarak Gezi’yi veriyor ve aslında “kamucu reformizm ile radikal (liberal halkçı) demokrasi sentezini Gezi üzerinden realize etmeye çalışıyor. TKP’den ayrışmasını ve TİP’in kuruluşunu Gezi tetiklemiş ve hızlandırmış olabilir, ama TİP’in başlıca kurucularından M. Çulhaoğlu’nun (ve Gelenek’in) daha önce Kuruçeşme tasfiyeci platformunda ve tasfiyeci koalisyon ÖDP’si MYK’sında yer alması, “yeni (post-modernist) sol” eğiliminin Gezi’nin çok öncesine gittiğini gösteriyor. Kaldı ki TİP başlıca kurucuları henüz TKP MK’sındayken TKP’nin (CHP, ÖDP, EMEP, DİSK, KESK, TMMOB vb ile birlikte) Gezi’yi (barikatları, işgali, çadırları, çatışmalı eylemleri) tasfiye etmeye kalkışmasını, sonra da HTKP olarak (diğer TKP’ler ve ÖDP’yle birlikte) “Haziran Hareketi” adı altında Gezi’de tarihsel olarak geleceğe dönük ne kadar anlamlı ve değerli şey varsa içinin boşaltılması ve mahvedilmesinde oynadıkları rolün, özeleştirisini dahi vermiş değil. Dolayısıyla Gezi Parkı’nda taleplerimiz karşılanıncaya kadar mücadeleye devam diyen binlerce kişilik işçi emekçi forumlarının, sonuna kadar dövüşen işçilerin, kadınların, gençlerin, Kürt kent yoksullarının, devrimcilerin Gezi’si ile TİP’in “yurttaşlık bilincine” indirgenmiş Gezi’si bir değil ve birbiriyle bağdaşmaz. TİP, burjuva/orta sınıf demokratik “yurttaşlık bilinci” üzerinden kurguladığı Gezi’yi bir popülizm nişanesi olarak yakasına takabilir belki, ama Gezi’nin gerçek tarihsel-sınıfsal özü ve ruhu ona on boy büyük gelir!

TİP’in işçi politikası

TİP gerçekten bir sosyalist işçi partisi mi, ya da işçi sınıfını, sermaye ve her türlü “egemen ideolojik-siyasal formasyonu”ndan bağımsız, devrimci, sosyalist temelden örgütlemek için ne yapıyor? İlk soruya yanıtımız “Hayır!”, ikincisine “Hiçbir şey!” dir. TİP söyleminde bile işçi/işçi sınıfı kavramlarını çok daha baskın olarak kullandığı “emekçi, halk, yurttaş” kavramları içinde eritiyor, işçi sınıfının ideolojik, siyasal, örgütsel bağımsızlığını ortadan kaldırıyor. Bir dizi kentte kurduğu Kent Emekçileri Dayanışmaları, işçilerle kent merkezlerindeki küçük esnaf ve küçük patronları aynı potada eritiyor, hatta elektrik-doğal gaz faturaları şoku veya sermayenin belli müşterek kent alanlarına el koyması örneklerinde olduğu gibi, işçilerin tepkilerinden çok esnaf ve küçük patronların tepkilerine rağbet ediyor. Seçim sürecinde TİP milletvekillerinin ve üyelerinin işçi direnişlerini ziyaretlerinde fotoğraf çektirip gitmeleri, direnişteki işçilerin “aynı burjuva partiler gibi yapıyorlar” diye tepkilerine neden oluyor.

Metin Çulhaoğlu “yeni sol duruş” başlıklı yazısında, Metal Fırtına’yı tarihten/bellekten silmekle kalmayıp, düpedüz işçi sınıfının da silindiği ya da belirsiz bir genel muhalefetin yükselişi sonrasına ötelendiği/bunun içinde eritildiği bir “yeni sol” tanımı yapıyor:

“Gerçek bir sınıf hareketinin sosyalistler tarafından yaratılması da mümkün olmadığına göre en doğrusu, yükselen genel toplumsal muhalefet dalgasının sınıfı da tetiklemesini sağlayacak çalışmalardır.” (M. Çulhaoğlu, “Yeni Sol Duruş”. İleri Haber, 11 Haziran 2018.

Çulhaoğlu, aynı yazısındaki “yeni sol duruş” tanımında, Selahattin Demirtaş ve Muharrem İnce örneklerini verdiği “mizah anlayışı”nın bile işçi sınıfının durum ve dinamiklerinden, bağımsız örgütlenmesinden daha fazla önem verir görünüyor. Muharrem İnce’in “mizah anlayışı”na bile, “beğensek de beğenmesek de böyledir ve düpedüz sol bir duruştur” diyor. Burada da Laclau ve Mouffe’nin post-yapısal radikal demokrasinin çizgileri açığa vuruyor. Laclau ve Mouffe de, sınıfı üretim ilişkilerinden ve uzlaşmaz karşıtlıktan soyutlayıp bir yaşam tarzı seçimine, bir kişisel eğilimler toplamına indirgerler.

Herkesin gördüğü ve bildiği gibi TİP’in parlamenterist ve sosyal medyatik üye ve seçmen köpüğünün büyük bölümünü beyaz yakalı kesimler oluşturuyor. TİP’in artık “gri yaka” olarak tanımladığı beyaz yakalı emekçilerin çoğunluğunun işçi olduğu ve daha da yıkıcılaşan bir işçileşme içinde olduğu tespitleri kuşkusuz doğru. Ancak beyaz yakalı işçi kesimlerinin henüz asgari bir sınıf karakteri, bilinci ve kolektif hareket yeteneğinden henüz uzak, küçük burjuva ve ara sınıfçı bir bilinç ve ruh haline yakın olduğu da doğru. TİP ise yayın organlarında ve “emek bürosu”nda durmaksızın beyaz yakalıların işçi olduğunu tekrar tekrar kanıtlamaya çalışmanın ötesinde, bu işçi kesimlerinin işçi sınıfı karakterini, bilincini, mücadelesini, örgütlülüğünü geliştirebilecek, mavi yakalılar ile organik sınıfsal birliğini geliştirebilecek en ufak bir strateji ve politikaya sahip değil. Ya da sahip, ama teorik planda söylediklerine aykırı biçimde, beyaz yakalı işçilere nedense hep “çalışan yurttaşlar, emekçiler, halk” olarak bakıyor. Yine liberal popülizm gereği, beyaz/gri yakalılara “işçi” denildiğinde ürkerler, tepki gösterirler diye düşünüp, geleceğe dönük sınıf sezgileri ve dinamikleri yerine, küçük burjuva/ara sınıfçı geri bilinçlerine uyarlanıyor.

TİP her halükarda, Erkan Baş’ın bir söyleşisinde söylediği gibi, “onların durumuna (beyaz yakalıların statü ve vasıf kaybı, çalışma koşulları ve ücret şokuna, mavi yakalılara göre-bn) daha çok üzülen” bir parti. Öyle ya, mavi yakalılar itilip kakılmaya, yoksulluğa, aşırı çalışmaya zaten anadan doğma alışıktır, onlar için vicdan büzme gereği yoktur, iş cinayetlerinde katledilenlerin çoğunluğunun mavi yakalılar olması, Soma, Bartın bile, bir beyaz yakalının statü yıkımından daha fazla üzülmesine neden olamaz! Bu da, Erkan Baş’ın “kesinlikle (HDP/YSP’ye) oy vermeyecek olanların oylarını alırız” sözünün bir dil sürçmesi olmadığı gibi bir beyaz statüsel bir bilinç altı faşı ve/veya liberal popülizm şahikası. TİP, Kürtlere göre Türkleri, mavi yakalılara göre beyaz yakalıları, “herkes eşittir ama bazı yurttaşlar daha eşittir” diye gören bir parti.

TİP mavi yakalı işçiler için de bir şeyler yapmıyor değil tabii. Örneğin uzun uzun beyaz yakalı değerlendirmelerine geçmeden önce, mavi yakalı işçilere ve kamu işçilerine “devrimci çekirdek”, “amiral gemisi” diye selam çakmayı ihmal etmiyor! 4-5 yıllık meclis/milletvekilliği döneminde işçi sınıfı için verdiği tek meclis önergesi, sendikalaşmanın önündeki yasal/bürokratik engelleri azaltmaya dönük bir yasa tasarısı önergesi. İyi mi iyi. Ama ne yarıyor iyiliğin, Birleşik Metal, Petrol-İş gibi sendikaların aşırı bürokratik/sermaye uzlaşmacısı yapılarını sorgulamadan, tam tersine pekiştirecek biçimde pragmatist ittifak ilişkilerine girmek? Sendikal patronaj ilişkileri ile mücadele etmeden gerçek anlamda bir mücadeleci işçi sendikacılığının/sendikalaşmasının önü açılabilir mi? TİP’in parlamentarizm üzerinden yaptığı “sosyalist demokrasi”, “denetim ve görevden alma mekanizmaları” kurguları, nedense Birleşik Metal-İş gibi sendikalarla ilişkisine gelince, söylem olarak bile ortadan kalkıyor;

TİP’in seçim sürecinde bir dizi sol akademisyen ile gerçekleştirdiği “Emeğin Türkiye Modeli Konferansı” ve “Emeğin Türkiyesi” talepleri kampanyasına gelince: İşçi sınıfının ve çeşitli emekçi kesimlerin yakıcı ve acil sorun ve taleplerinin dile getirilmesi kuşkusuz anlamlı. Ama işçi kitlelerinin “bunları TİP yapacak/edecek” denilmesinden ne algılanması bekleniyor? TİP işçilerden burjuva parlamentoda grup kuracak kadar oy alırsa, bu konularda yasa tasarısı önergeleri vereceğini mi? Veya bir an varsayalım ki TİP’in sıraladığı bu talepler gerçekleşmiş olsun. Ücretli kölelik, vahşi artı-değer sömürüsü, emeğin sermayeye bağımlılığı ortadan kalkmış mı olacak? O zaman siz hangi “Emeğin Türkiyesi”nden bahsediyorsunuz? Bu popülizm, Türkiye’nin bir dönemki AB’ye üyelik müzakereleri sürecini işçi sınıfına “Emeğin Avrupası”, “Sosyal Avrupa” diye lanse eden liberal popülizmle bile yarışabilir. Ücretli kölelik dururken “Emeğin Türkiyesi” filan olmaz, sermaye diktatörlüğü/ücretli kölelik kaldırıldıktan sonra da komünist devrimciler “emeğin Türkiyesi” gibi popülist saçmalıklarla uğraşmazlar, tam tersine zorunlu ve zahmetli emeğin kaldırılması, canlı emeğin minimize edilmesi ve üretici güç olmaktan çıkarılması, yerini yaratıcı etkinliğe bırakması için mücadele ederler.

Asıl soru şu ki, 4-5 ay öncesine kadar 10-15 bin, şu an belki 20 binin üzerinde, çoğunluğunu beyaz ve mavi yakalı işçilerin oluşturduğunu iddia ettiği üyesi olan TİP, bu 4-5 yıl zarfında kaç işçi komitesi, grevi ve direnişini içinden ve doğrudan bir bileşeni olarak örgütleyebildi? İşçi direnişlerine milletvekilleriyle destek ziyaretinde bulunmak ve parlamentoda gündemleştirmekten bahsetmiyoruz, bu kadarını bazı CHP milletvekilleri de yapıyor. TİP’in tüzüğünde üyelik koşulu olarak bulunan “programını kabul etmek, üyelik aidatı vermek, parti faaliyeti yürütmek” ne kadar uygulanıyor, ne kadar fabrikalarda, işyerlerinde, işçi mahallerinde (basitçe üye yapma ve oy vermeye ikna etmenin ötesinde) doğrudan sınıf mücadelesini örgütlemek için uygulanıyor? TİP’in diyelim ki şu anki 20 bin üyesinden ne kadarı dar anlamda AKP karşıtlığı ve “kamuculuk, eşitlik, özgürlük, adalet, yurttaşlık” vbnin ötesinde, gerçek anlamda devrim ve sosyalizm nedir biliyor ve çalıştığı işyeri ve yaşadığı işçi ortamlarında bunun etkin çalışmasını yürütüyor? Hadi bunları da geçelim ve şunu soralım: TİP’in beyaz yakalı üyelerinin ne kadarı işçi sınıfının organik bileşeni olduğunu biliyor ve kabul ediyor?

TİP işçi ve işçi sınıfı söylemi ve politikası, elinden geldiği kadar çok işçiyi milletvekili adayı yapmak gibi, son derece geri bir emek popülizminin ve parlamenterizmin aracı olmaktan öteye geçmiyor.

TİP’in programı

TİP’in sosyalist olmadığını parlamenterizmi üzerinden gösteren devrimci eleştiriler var. Bu eleştiriler doğrudur. Bir programatik muhteva kendisiyle bağdaşmayan sınıfsal-ideolojik-siyasal-örgütsel form ve araçlarla uygulanamaz, kağıt üzerinde bir hoş seda olduğuyla kalır. Ancak biz bir adım daha atarak, TİP’in ideolojik-siyasal formasyonunun ve parlamenterizminin programıyla bağdaşmaz olmadığını, programındaki sosyalizm anlayışının son derece geri, güdük ve “ideal kapitalizm” ile eklektize olduğunu göstermeye çalışacağız.

TİP’in programının giriş bölümünden sonraki daha ilk paragrafta, 2. Enternasyonali çağrıştıran tipik bir teknolojik determinizm ile, Marx’ın üretici güçlerin toplumsallaşması/kapitalist üretim ilişkileri çelişkisinin tarihsel gelişim süreci analizinden, ve üretimin, emeğin, bilginin, bireyin ve kuşkusuz proletaryanın toplumsallaşmasına, ve yalnız mülkiyet ve yönetimin değil üretim ve yeniden üretimin de toplumsallaştırılmasına dayalı sosyalizm/komünizm perspektifinden hiçbir şey anlayamadığını gösteriyor:

“İnsanlık, 21. yüzyıla, herkesin tüm temel ihtiyaçlarının karşılanmasını mümkün kılabilecek düşünsel, bilimsel ve teknolojik birikimle girmiştir. Tüm insanların bu birikime erişmesi, ondan faydalanması ve ona katkıda bulunması mümkündür. Ne var ki, üretim araçlarının özel mülkiyetine dayanan kapitalist sistemde bu bilimsel ve teknolojik birikim büyük sermaye sahiplerini daha da zenginleştirmenin, geniş kitleleri ise yoksullaştırmanın ve sisteme bağımlı kılmanın aracı olarak kullanılmaktadır. İnsanın geleceğini ilgilendiren kararlar, kar etme güdüsüyle toplumsal ve doğal kaynakları sömüren küçük bir azınlık tarafından alınmaktadır. Dünya nüfusunun ezici çoğunluğu sefalet koşullarında çalışmak ile işsiz kalmak arasında tercihe zorlanmaktadır. Oysa, bilim ve teknolojinin gelişmişlik düzeyi sayesinde, zorunlu çalışma saatleri en aza indirilebilir, yıpratıcı fiziksel ve zihinsel işler makinelere yaptırılabilir, herkesin yaratıcılık kapasitesi toplumsal çıkarlar doğrultusunda harekete geçirilebilir. Günümüzde, üretim araçlarının gelişmişlik düzeyi, sosyalizm ve dahası sınıfsız toplumun ön koşullarını sağlamaktadır.” (TİP Programı)

TİP programı, üretici güçlerin ileri toplumsallaşma niteliği ile kapitalist üretim ilişkileri çelişkisini ve bunun emek-sermaye çelişkisine de içerili olmasıyla proletaryanın üretici güç ve yetileri ile kapitalist üretim ve yeniden üretim ilişkileri arasındaki çelişkiyi, tipik bir 2. Enternasyonal mantığı ile, üretim araçları ile özel mülkiyet ilişkileri arasındaki çelişkiye indirgiyor.

Oysa üretici güçler, üretim araçlarına (bilim ve teknoloji dahil) indirgenemez. Toplumsal emek, yani proletarya, en büyük üretici, yaratıcı ve devrimci güçtür. Dahası elbirliği, işbölümü, toplumsallaşmış birey, üretimin toplumsal bütünleşme düzeyi gibi pek çok etken de üretici güçlere dahildir. Aynı şekilde, üretim ilişkileri de mülkiyet ilişkilerine indirgenemez. Mülkiyet ilişkileri, yine Marx’ın vurguladığı gibi üretim ilişkilerinin (devlet güvencesindeki) hukuki ifadesidir.

Üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkiyi üretim araçları ile mülkiyet ilişkileri arasındaki çelişkiye indirgeseniz, bundan kendi başına bir sosyalizm çıkmaz, hele ki günümüz kapitalist koşulları altındaki (dolaylı) toplumsallaşmanın geldiği gelişme düzey ve potansiyeline uygun, çok daha yüksek ve gelişkin bir sosyalizm hiç çıkmaz. En fazla, TİP programında sosyalizm ile birbirine karıştırdığı bir “kamuculuk” çıkar. İktidar ve mülkiyet ilişkilerinin kökten devrimci biçimde değiştirilmesi, yani iktidarın sosyalist devrimci proletarya tarafında alınması ve üretim araç ve koşulları üzerinde özel mülkiyetin kaldırılarak, (şu “kamulaştırma” değil) kolektif mülkiyete geçilmesi, sosyalizmin zorunlu koşuludur. Ama kendisi değildir. Gerçek ve gelişkin bir sosyalizm için iktidar ve mülkiyet ilişkilerinin ötesinde, üretim ve yeniden üretim ilişkilerinin de toplumsallaştırılabilmesi gerekir.

TİP programı sosyalizmi şöyle tanımlıyor:

“Türkiye’nin toplumsal kurtuluşu, ancak sosyalist bir siyasal devrimle ve bu devrimin ardından üretim araçlarının özel mülkiyetine son verilmesiyle, merkezi, planlı ve kamucu bir ekonomiyle, yani sosyalizme geçişle mümkündür.” (TİP programı)

Burada kritik sorun, sosyalist ekonominin “kamucu” diye tanımlanmasıdır. Kamusal ya da kamucu mülkiyet, sosyalist bir mülkiyet biçimi değildir, kapitalist mülkiyet ilişkilerinin bir biçimidir.

Metin Çulhaoğlu da bir yazısında bunu belirtmek durumunda kalıyor:

“Kamuculuk/kamusalcılık, kapitalist düzen yerinde dururken de istenebilecek, talep edilebilecek, elde güç varsa da dayatılabilecek politikalara işaret eder.” (Metin Çulhaoğlu, Kamuculuk ve “Komünalizm” Üzerine, 5 Şubat 2022)

TİP, kolektivizm ve toplumsallaştırma kavramlarını tasfiye ediyor.

TİP programının “sosyalist demokrasi” alt başlığında şunları okuyoruz:

“Sosyalist demokrasi, egemen sınıf olarak örgütlenmiş işçi sınıfının devlet yönetimidir. Sosyalist demokrasi, halkın, en küçük yerel birimden başlayarak ülke ölçeğine kadar, kendi kendisini yönetmesini ifade eder. Toplumun bütününü ilgilendiren temel kararlar, doğrudan doğruya halk tarafından alınır.

Her düzeydeki yönetim ve temsil organları tek dereceli seçimlerle belirlenir ve seçmenler geri çağırma hakkına sahiptir. Yönetim ve temsil organlarına seçilenlere ortalama işçi ücretinden daha yüksek ücret ödenmez, özel ayrıcalık sağlanmaz. Tüm yöneticiler ve temsilciler üstlendikleri görevler hakkında şeffaf ve hesap sorulabilir olmak zorundadır.” (TİP programı)

TİP burada da temsili demokrasi ile sosyalist demokrasiyi eklektize ediyor. Temsili demokrasi olmayan sosyalist devrimci konseyler demokrasisi gibi açık ve net bir kavramlaştırma yerine, bu, “yönetim ve temsil organları” gibi son derece muğlak bir ifadeyle eritilip geçiştiriliyor.

Dahası, TİP’in 1930’larda takılıp kalmış sosyalizm programında ücret sisteminin de devam ettiğini, yani emekgücünün de meta olmaya devam ettiğini öğreniyoruz. Oysa günümüz olanakları açısından, değişim değeri (toplumsal olarak gerekli emek-zaman) yerine, doğrudan emek-saat hesabı üzerinden, herkesin toplumsal zenginliğe katkısını ve ondan alacağı payı hesaplamak ve meta-ücret sisteminin kaldırılmasını hızlandırmak mümkündür.

TİP’in programının en temel sorunlarından biri, sosyalizmi kapitalizmden komünizme geçiş süreci olarak tanımlanmasına karşın, bir komünizm ufkunu içermemesi. TİP, devletsiz, metasız, ulusun ve ailenin olmadığı, tüm yönlü yetilerin gelişmesiyle işbölümünün aşıldığı, üretimin yeniden üretimin yönetimin ve bireylerinin (meta, devlet, işbölümü vb dolayımı olmadan) tam ve doğrudan toplumsallaştığı, emeğin zorunlu emek, üretimin temeli ve üretici güç olmaktan çıktığı ve çok yönlü yaratıcı etkinliğe dönüştüğü bir toplumu hayal bile edemiyor. Aslında komünizmi tasfiye ediyor. Komünizme yer vermeyince de komünizm ufkundan sosyalizme yapılması gereken girdiler de ortadan kalkıyor, sosyalizmden geriye “işçilerin devlet yönetimi” ve “devlet mülkiyeti” kalıyor.

TİP programının “Mücadele Programı” bölümünden:

“Devrimci Cumhuriyet, Saray Rejimi’ne son verecek olan Türkiye emekçilerinin, ilerici ve özgürlükçü toplum kesimlerinin halkçı bir program etrafında buluşmasının zeminidir. İşçi sınıfı ve ilerici ve özgürlükçü toplum kesimlerinin ortak mücadelesine dayanan Devrimci Cumhuriyet yaklaşımı, TİP’in sosyalist devrim yürüyüşünü güçlendirecek, sosyalizmin ülke ölçeğinde kitleselleşmesini sağlayacak ve siyasal iktidarın ele geçirilmesini işçi sınıfının ve halkın gündemine sokacaktır. Devrimci Cumhuriyet yaklaşımının öngördüğü mücadele cephesi, sermaye sınıfının veya devlet aygıtının herhangi bir unsuruyla ittifakı kesin olarak dışlar; ayrıca sermaye egemenliğinin aklanarak yeniden tesis edilmesine karşı da etkin bir mücadele yürütür.” (TİP programı)

Bu programatik satırların gerçekte ne anlama geldiğini TİP’in bugünkü pratiğinde görmek mümkün. TİP, Millet İttifakının Cumhurbaşkanlığı adaylığını destekliyor ve sermaye egemenliğinin aklanarak yeniden tesis edilmesine karşı en ufak bir mücadele yürütmüyor ve TÜSİAD’ı bile eleştirmekten kaçınıyor. “İşçi sınıfı ve ilerici ve özgürlükçü toplum kesimlerinin ortak mücadelesine dayanacağı” söylenen “Devrimci Cumhuriyet” yaklaşımı, işçi ve “ilerici ve özgürlükçü” kesimlerden milletvekili adayları çıkarılması ve ultra parlamenterist popülist “halk meclise” yaklaşımında gerçek ifadesini buluyor. Tüm bunlar “sosyalist devrim yürüyüşünü güçlendirmek, sosyalizmin ülke ölçeğinde kitleselleşmesini sağlamak” bir yana, sosyalizmin içini daha fazla boşaltıyor ve yerine (en fazlası) liberal halkçı demokratizmi ikame ediyor. Sonuç, işçi sınıfının “ilerici ve özgürlükçü” denilen toplum kesimlerinin içinde eritilmesi ve onlara yedeklenmesi, “siyasal iktidar”ın ele geçirilmesinin de parlamenter hükümet olmaya indirgenmesi.

“Türkiye’de, cumhuriyetçiliğin ve laikliğin resmi bir devlet söylemi, özgürlükçülüğün ise serbest piyasacı ve küreselleşmeci ideolojilerin kılıfı olduğu dönem geride kalmıştır. Günümüzde, cumhuriyeti, laikliği ve özgürlüğü savunan toplum kesimleri, Saray Rejimi’ne karşı yürütülen mücadelelerin öne çıkan unsurları arasındadır. Bu koşullar altında, bir yandan halkın temel hak ve özgürlüklerinin korunması, diğer yandan da ülkemizde Cumhuriyet döneminde mücadeleler sayesinde edinilmiş değerlerin halkçı bir içerikle yeniden kazanılması öne çıkan mücadele başlıklarındandır.

Cumhuriyetçilik, laiklik, kamuculuk ve özgürlük gibi ilerici değerlerin kazanılması için yürütülen mücadelelerin asli parçası olan TİP, demokratik ve sosyal yurttaşlık haklarının, örgütlenme, eylem, ifade ve basın özgürlüklerinin korunması ve geliştirilmesi için mücadele eder.” (TİP programı)

Burjuvazi cumhuriyetçiliği, özgürlükçülüğü, laikçiliği, kamuculuğu, yurttaşçılığı bir yana bıraktı, onun yerine ve aslında bir nevi onun adına biz savunuruz, denmiş oluyor. Burada, önceki paragraflarda “ilerici ve özgürlükçü toplum kesimleri”nin ittifakı olan işçi sınıfı da gözden kayboluyor, sözkonusu burjuva demokratik kapsamdaki kavramlar, halk ve yurttaşlık çerçevesinde tanımlanıyor. TİP programının bu bölümünde, sosyal demokrasi ile bir tür küçük burjuva halkçı demokrasinin, ki o da giderek liberal halkçı demokratizme evriliyor, sonraki temel belge ve yazılarında da bir türlü içinden çıkamadığı, eklektik bir sentezini yapmaya çalışıyor.

Fuat Yücel Filizler

Ali Eşki ve Merkan Aksoydan’a bu yazıdaki katkıları için teşekkür ediyorum. TİP üzerine eleştirel notlarını gönderdiler, yazının ilk taslağını okuyarak eleştiri ve önerileriyle önemli katkılarda bulundular.

Nisan 2023

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

*