Solda Yalanlar ve Aldatmacalar: Öz Yıkımın Siyaseti- James Petras – Global Research Çeviren: Çağdaş Oklap(İleri haber)
ABD yanlısı sağ-kanat rejimlere karşı güçlü alternatifler olarak çıkan ve umut verici olan sol hükümetler, geçen bir yılda kendilerini tarihin çöplüğüne gönderecek birer hezimete dönüşüyorlar.
Fransa, Yunanistan ve Brezilya’daki sol-kanat hükümetlerin hızla çürümesi ne bir askeri darbenin sonucudur ne de CIA entrikalarının. Bu fiyasko, onları seçen işçi sınıfı ve orta alt sınıfların taleplerine, kendi ilerici programlarına, onlara sundukları vaatlere rağmen, bu sol hükümet temsilcileri tarafından bilinçli olarak alınan siyasi kararların bir sonucudur.
Bu solcu hükümetler, destekçileri tarafından giderek ihanetle suçlanıyor ve kendi sınıf düşmanlarına benzetiliyor: bankacılara, kapitalistlere ve neo-liberal ideologlara.
Sol Hükümetlerin İntiharı
Solun kendi kendini imha etmesi gerici liberal politik güçler açısından beklenmedik bir zaferdir. Bu güçler sağlık sisteminin yerle bir edilmesi, atanmış memurların kendi kurallarını empoze ederek eşitsizliği derinleştirmesi, işçi sınıfının kazanılmış haklarının tırpanlanması, ekonominin en karlı sektörlerinin özelleştirme yoluyla satılması ve de-nasyonalize edilmesi için çalışmaktadırlar.
İşte bu noktada, ‘Sol hükümet’lerin ihanetini ve bu süreci vurgulamak için üç örneği inceleyeceğiz. Avrupa’nın ikinci lider gücü konumdaki Fransa ve iktidardaki Cumhurbaşkanı ‘sosyalist’ François Hollande; 25 Ocak 2015 tarihinde seçilen, AB’in mali kemer sıkma politikalarına karşı alternatif bir politikayı ‘savunan’ Yunanistan’daki SYRİZA; ve en büyük Latin Amerika ülkesi ve BRİCS’in önde gelen üyesi olan Brezilya’da 2003’ten beri iktidarda olan Brezilya İşçi Partisi.
Fransız ‘Sosyalizmi’: Büyük Geriye Atılım
François Hollande cumhurbaşkanlığı kampanyasında zenginlerden alınacak vergilerin %75’e kadar artırılacağını, emeklilik yaşının düşürüleceğini, işsizliği azaltmak için büyük bir kamu yatırım programı başlatılacağını, 60.000 yeni öğretmenin işe alınacağını, sağlık ve sosyal konut kamu harcamalarında artışa gidileceğini ve Paris’in emperyalist işbirlikçi görüntüsünün azaltılacağını, bunun ilk adımı olarak Afganistan’daki Fransız birliklerinin geri çağırılacağını vaat etmişti.
Seçildiği 2012 yılından bugüne, Hollande söz verdiği her vaade ihanet etti. Kamu yatırımları gerçekleşmedi, işsizlik Mart 2015’te 3 milyona yükseldi. Hollande’ın ekonomi bakanı Emmanuel Macron, Rothschild Bankası’nın eski ortağı, 50 milyar Euro vergi borcu olan bir ‘iş adamı’. Yeni atadığı Başbakan Manuel Valls ise sosyal programlarda büyük kesintiler uygulayan, hükümetin ekonomi ve bankacılık alanındaki müdahalelerini zayıflatan ve iş güvenliğini aşındıran neo-liberal bir bağnaz. Hollande, Bank of America’dan Laurence Boone’yi ise baş ekonomi danışmanı olarak atadı.
Fransa’nın ‘sosyalist’ başkanı Mali’ye asker gönderip Libya’yı bombaladı, Ukrayna’daki faşist cuntaya askeri danışmanlık yapıp Suriye’deki sözde ‘isyancı’lara yardım etti. Kapalı kapılar ardında Suudi diktatörlüğüne milyar avroluk silah satışını imzalayıp, Rusya’yla yapılan savaş gemileri satışına ilişkin sözleşmeden geri döndü.
Yunan halkına karşı Almanya ile birlikte, bankacıların ve acımasız kemer sıkma politikalarının yanında yer aldı.
Sonuç olarak, %19’un altında bir oy oranıyla büyük partiler sıralamasında 3. olan Hollande’ın ‘sosyalist partisi’; büyük burjuvazi, bankacılar, silah sanayi tarafından olumlu gözle görülüyor. Hollande’ın pro-İsrail politikaları, onun İran-ABD pazarlığındaki zorlayıcı tavrı, Bakanı Valls’ın Fransa’nın müslüman mahallelerindeki islamofobik baskınları, islami hareketlere karşı askeri müdahalelere desteği, Fransız toplumunu polarize eden ve giderek artan etno-dinsel şiddeti besliyor.
Yunanistan: SYRIZA’nın Anında Dönüşümü
Syriza ve onun lideri Başbakan Çipras ile Maliye Bakanı Varoufakis, seçimleri kazandıkları 25 Ocak 2015’ten bugüne, seçmenine verdiği her sözden hızla geri adım attı. Syriza Selanik Programı’nda kınadığı TROYKA ile en geri noktada anlaşmaya vardı.
Çipras ve Varoufakis emirlerini reddetmek için Troyka ile anlaştıklarını söylerken, onların sömürgeliğini ve devam eden vassallığı kabul ettiler.
Troyka’dan “KURUM” diye bahsederek -kendileri dışındaki herkesi aptal yerine koyarak- demogoji ve hileye başvuran Çipras ve Varoufakis, AB tarafından alaycı bir biçimde içten pazarlıklı olmakla suçlandı.
Syriza kampanya süresince, borçların iptal edileceğini vaat etmişti. Hükümet olarak ise, Troyka’ya borçların karşılanması için güvence ve söz verdi.
Syriza; asgari ücretin yükseltilmesine ve sağlık, eğitim ve kamu çalışanlarının emeklilik primlerinin artırılarak insani harcamalara öncelik vereceğine söz vermişti. İktidar olduktan iki hafta sonra, Çipras ve Varoufakis kemer sıkmaya öncelik vererek, borcun ödenmesi ve kemer sıkma politikalarının ertelenmesine karar verdiler. Ne zaman Troyka, Syriza hükümetine 2 milyar dolarlık yardım yaptı, Çipras gerici bir reform paketine onay verdiğini AB müfettişiyle beraber açıkladı.
Syriza, önceki sağcı iktidarlar tarafından şüpheli biçimde özelleştirilen verimli kamu işletmelerinin özelleştirme süreçlerini inceleyeceğini söylemişti. Hükümet olunca geçmişteki, şimdiki ve gelecekteki özelleştirmeleri onayladı. Gerçekte, geçmişteki verimli kamu firmalarına vergi imtiyazları sunarak gelecekteki özelleştirme partnerlerine olanak sunmuş oldular.
Syriza, kamu harcamaları ve düşük geri ödeme ile işsizlikle (%26 ulusal, %55 gençlik) mücadele sözü verdi. Çipras ve Varoufakis istihdam yaratmak için herhangi bir fon tahsis etmedi!
Syriza kendinden önceki sağcı iktidarların yaptıklarını devam ettirmekle kalmıyor, aynı zamanda gülünç ve saçma bir biçimde tutarsızca davranabiliyor.
Çipras, bir gün 2. Dünya Savaşı sırasında Naziler tarafından katledilen 200 Yunan partizanın anıt mezarını ziyaret ediyor. Ertesi gün Alman bankacılara yaltaklanmadan ve onların kemer sıkma politikalarına ödün vermeden önce, 2 milyon işsiz Yunandan kamu fonlarının stopajının onlar için ödün olacağını söyleyebiliyor.
Bir öğleden sonra, Maliye Bakanı Varoufakis Akropolis’i gören bir terasta Paris Match dergisi için poz verip aynı gün ‘’yoksullar için söz hakkı istiyorum!’’ diyebiliyor.
Syriza’nın iktidar olduğu iki ay içerisinde kemer sıkma politikalarına karşı ve solcu bir partiden; demagoji ve hile konusunda rekor kıran konformist, AB hizmetkarı bir partiye dönüşümünü izliyoruz hep birlikte.
Çipras tarafından Almanya’ya yapılan ‘’2. Dünya Savaşı’na ilişkin tazminat ödenmesi‘’ çağrısı ise, kemer sıkma politikalarına karşı Çipras ve Varoufakis tarafından yoksul Yunan emekçilerinin dikkatini dağıtmak için hazırlanmış başka bir oyun. Bunun en güzel açıklaması Financial Times’a konuşan bir AB yetkilisinin sözleridir. ‘’O (Çipras), onlara (Syriza militanlarına ve yoksul Yunan emekçilerine) yalamaları için bir kemik attı.’’ 1
Hiç kimse Almanya liderlerinden geçmiş adaletsizlikler için diz çöküp özür dilemesini beklemesin. AB’de kimse Çipras’ın itibarının arttığını düşünmüyor, onlar bu ‘’radikal retoriği’’ içi boş bir reklam olarak görüyor.
70 yıllık Almanya borçlarını konuşmak, bugün Merkel’in dikte ettirdiği kemer sıkma politikalarına karşı pratik eylemi engellemekten öteye gitmiyor. Yoksul Yunan halkına karşı verilen sözlerin tutulmaması Syriza’yı da ikiye böldü. Meclis başkanı da dahil olmak üzere partinin merkez komitesinin %40’ı Troyka-Çipras-Varoufakis anlaşmalarını reddetmiş durumda.
Syriza için oy veren yoksullar acil yardım ve reformların bir an önce hayata geçirilmesini istiyor. Ve bunlar artan bir biçimde Syriza hükümetine karşı güvenlerini kaybediyor. Onlar, Çipras’tan neo-liberal PASOK eski lideri Papandreu’nun ekonomi danışmanını Maliye bakanı olarak atamasını beklemiyordu. Yunan emekçileri ne Çipras’ın parmağıyla Syriza yönetiminin tepesini işgal eden oportünist kleptokratları görmek için son 5 yılda PASOK’u terk etti, ne de Çipras tarafından atanmış Anglo-Sakson profesörden Troyka ile mücadele etmesini ve zafere ulaşmasını bekledi. Bu ‘koltuk solcusu’, ‘marksist’ seminerciler ne kitle mücadelelerinin içinden geliyor ne de uzun süreli ekonomik krizin ceremesini çektiler.
Syriza liderliği; orta üst sınıf profesyonellerden, entelektüellerden, akademisyenlerden oluşmaktadır. Orta alt sınıflar ve emekçiler üzerinde görünürde bir hakimiyetleri olsa da Alman bankacıların çıkarlarını korumaktadırlar.
Onlar, AB üyeliğini bağımsız bir ulusal ekonomiye tercih etmektedirler. Onlar, ABD tarafından Venezuela’ya karşı askeri tehdit varken, Ukrayna’da Kiev cuntası desteklenip Rusya’ya AB ambargosu uygulanırken, Suriye/Irak’ta NATO müdahalesi gündemdeyken NATO’ya bağlıdırlar!
Brezilya: Bütçe Kesintileri, Yolsuzluk ve Kitlelerin İsyanı
Brezilya İşçi Partisi iktidarda olduğu 13 yıl boyunca Latin Amerika’da yolsuzluğa en çok bulaşan iktidarlardan biri olmuştur. Büyük işçi sendika konfederasyonları, bazı topraksız işçi örgütleri tarafından desteklenip iktidarı merkez sol ve merkez sağ partilerle paylaşan Brezilya İşçi Partisi, yabancı finans, tarımsal üretim ve maden şirketlerinin milyarlarca dolarını ülkeye çekmeyi başardı. On yıl boyunca süren tarımsal-mineral emtia patlaması ve düşük faiz oranları, asgari ücret ve gelirlerde artışa neden olurken ekonomik elit için de artan bir kar yarattı.
2009’daki mali kriz ve emtia fiyatlarındaki düşüş Dilma Roussef’in seçilmesiyle durakladı. Roussef hükümeti, selefi Lula gibi, topraksız işçilere toprak reformuyla tarımsal iş sahaları yaratmaktan yanaydı. Bu durum; kereste baronlarının ve soya yetiştiricilerinin, kızılderili toplulukların yerleşim yerlerine ve yağmur ormanlarına tecavüzüyle sonuçlandı.
İkinci dönem seçilen Roussef bu sefer de ekonomik ve siyasi krizle karşı karşıya kaldı: Derinleşen bir ekonomik kriz, mali açık, İşçi Partisi’nin düşen oyları, kimi sağ kanat vekillerle girilen ‘kongre işbirlikleri’ ve yolsuzlukla suçlanan ve tutuklanan Petrobas yöneticileri.
İşçi Partisi ve liderleri seçim bütçesi için inşaat şirketlerinden milyonlarca dolar alırken karşılığında yarı-kamusal olan dev petrol şirketi Petrobas’ın inşaat şirketleriyle olan kontratlarını güvence altına aldı. Roussef seçim kampanyasında ‘sosyal halkçı politikaların devamı ve yolsuzluğun kökünün kazınacağını’ vaat etti. Ancak, seçimleri kazanmasından hemen sonra ortodoks neo-liberal politikalara geri dönmekle kalmadı, aşırı sağcı bir neo-liberal olan Joaquin Levy’yi kabinesine maliye bakanı olarak atadı. Levy’in ilk icraatı işsizlik ve emekli maaşlarının azaltılması ile kamu harcamalarında kesintiye gitmeyi önermek oldu. Bununla birlikte bankaların da büyük çapta deregülasyonunu savundu. İş güvencesi kanunlarının sermaye lehine düzenlenmesini önerdi. Yabancı yatırımcıyı çekmek için emek piyasasında sermaye lehine düzenlemeye gidilmesini önerdi.
Roussef, neo-liberal ortodoksiyle kucaklaşmasıyla tutarlı bir biçimde, toprak reformunun yeminli düşmanı ve uzun dönemdir tarımsal endüstri sermayesinin meclisteki temsilcisi senatör Katia Abreu’yu Tarım Bakanı olarak atadı. Greenpeace tarafından “Bayan Ormansızlaştırma” olarak tanımlanan Abreu’nun bakanlığına Topraksız Tarım İşçileri Hareketi (MST) ve işçi sendika konfederasyonlarından oldukça şiddetli itirazlar yükseldi. Abreu, genetiği değiştirilmiş tarımsal ürünlerin üretimine kolaylık sağladı, büyük ölçekli tarımsal sanayi şirketleri için üretken arazi konumunda olan bölgelerde yaşayan Amazon yerlilerinin gerekirse zorla tahliyesini savundu. Ayrıca yine, topraksız tarım işçileri tarafından işgal edilen toprakların toprak ağalarına geri verilmesini şiddetle savundu. Roussef’in on yıl boyunca milyonlarca dolarlık rüşvet skandalına karıştığı ortaya çıkan İşçi Partisi’nin mali işler sorumlusunun yargılanmasında gösterdiği isteksiz tavır kitlesel muhalefetin artmasına neden oldu.
Sonuç
Avrupa’da ve Latin Amerika’da seçilen bu sözde ‘sol parti’ler nasıl oluyor da bu kadar hızlıca ve ani geriye dönüş yapabiliyorlar?
Obama’nın Demokratları’ndan ya da Kanada’daki Yeni Demokrat Parti’den bu davranışları bekleyebiliriz. Ama Fransa’nın en azından ilerici bir sosyal programı uygulayacağına inanmak için nedenimiz vardı: Onun kızıl cumhuriyetçi geleneği, anti-kapitalist sol tarafından verilen eleştirel destek. Syriza üzerine konuştuğumuz pek çok ilerici blog yazarı aynı şeyi söylüyordu: Troykanın egemenliğini ortadan kaldıracak radikal bir söyleme sahip karizmatik lider mum ışığıyla aydınlanan 30,000 haneye elektriklerini geri verecekti. ‘İlerici’ İşçi Partisi bize, yoksulluğu ortadan kaldıracağını söyledi her defasında. Onlar eskiden ‘dürüst bir otomobil işçisi’ (Lula Da Silva) olmakla övünürken, neo-liberal politikalara geri dönmeyi ve sınıf düşmanlarıyla kucaklaşmayı seçtiler.
Bu siyasi ihanetler için akla çeşitli açıklamalar geliyor. Birincisi her ne kadar halkçı ve işçici görünseler de bu partiler; orta sınıf avukatlar, profesyoneller ve ana tabanlarıyla bağlantıları kesilmiş sendika bürokratları tarafından yönetilmektedir. Seçim döneminde, oy ararken işçi sınıfı ve yoksullara kollarını açan bu partiler, seçimleri kazandıktan sonra ise geri kalan zamanlarını bir sonraki seçimi finanse etmek için bankacılarla, ülkelerindeki fırsatları konuşmak için yabancı şirket yöneticileriyle geçiriyorlar.
Ekonomi iyi gittiği zaman yoksulluk karşıtı programlar, büyük kamusal karlar, ücret artışları el ele gitti. Ama ne zaman kriz patlak verdi, bu popüler liderler parti şapkalarını çıkararak ‘mali kemer sıkma kaçınılmaz oldu’ masalına sığındılar.
Zor zamanlarla karşı karşıya kalan tüm bu ülkelerde, orta sınıf sol liderlerin sorunu kapitalist kriz ve ona karşı gerçek çözümden (radikal bir dönüşüm) korkmalarıdır. Onlar için radikal bir dönüşüm yerine kapitalist liderlere yaklaşmak ve işbirliklerini artırmak tek çözüm. Hiç bir orta sınıf sol parti lideri ve akademisyenin kitle hareketleriyle doğrudan bağı yok. Onların aktivizmden anladığı forumlarda bildiri okuyup, eşitlik ve özgürlük üzerine birkaç tumturaklı laf etmek. Hiçbir mali kemer sıkma politikası onların gelecekteki ekonomik pozisyonunu tehlikeye atmayacak. Onlar, kızgın kalabalıklar ve sosyal hareketler tarafından yenilgiye uğratılmadığı müddetçe yine kadrolu işlerine geri dönebilir, hukuk ofisleri açabilirler. Ve yine ‘kapitalizm krizi’ üzerine konuşabilir, ‘solun krizi’ üzerine sayfalarca yazı yazabilirler.
Çünkü işsiz ve yoksul kitlelerden kopuk, ofislerinde ahkam kesen orta sınıf solcular için bu düzenin değişmesi imkansızdır. Onlar da aslında sözde muhafazakar düşmanlarıyla aynı bakışa sahiptir: ‘ Ya Kapitalizm Ya Kaos’. Bu klişe, orta sınıf solcuların/demokratların ikilemidir. Orta sınıf solcular ve onların danışmanları her seferinde ‘kurumsal kısıtlamalar’ mazeretine tutunur. Organize olmuş sınıf hareketlerinin gücünü bilmeyen orta sınıf solcular kendi iktidarsızlıklarını bu mazeretle teorize ederler.
Onların politik korkaklıkları yapısaldır ve ahlaki ihanetlerine öncülük eder. Ve onlar bunu şöyle savunur: ‘’Sistemi değiştirmek için kriz iyi bir zaman değil.’’
Zaman, orta sınıf için bir politik mazerettir. Cesaretten yoksun olan veya bir direniş programı olmayan halk hareketlerinin orta sınıf liderleri hep değişimden bahsederler…
Ama gelecekte…
En sonunda halklar bunu geri ödetecektir. Onlara sırtlarını geri dönerek, seçimlerde onlara bir şans daha vermeyerek…
Başka şans olmayacak. Kendilerine güvenenlere bu ihaneti edenler gözden düşecektir.
Trajedi şu ki, bütün bir sol lekelenmektedir. Tam zıttıyla geçen yıllardan sonra, kim “özgürlük” ya da “umut” gibi güzel sözlere inanır ki?
Şimdilik sol siyaset bir nesil açısından, Fransa, Brezilya ve Yunanistan’da kaybedilmiştir.
Sağ; Hollande’ın açık kalan fermuarıyla, Roussef’in yanlış tevazusuyla, Çipras’ın içi boş jestleriyle, Varoukafis’in palyaçoluğuyla dalga geçecek.
Ve insanlar bu ihanete lanet edeceklerdir.
1. Financial Times (12/3/15, s. 6)