Home » GÜNDEM » Seçimler ve sonrası üzerine notlar

Seçimler ve sonrası üzerine notlar

Seçimlerin asıl sorusu onca yoksullaşma, eziyete karşın neden Erdoğan’ın 50+1 almaya devam ettiği değildir. Asıl soru her seçim hayal kırıklığından, işçi emekçi örgütlenmesi olmadan olmaz sonucunu çıkaranların neden bunu çok geçmeden unutup, aynı şeyi yapmaya devam ettikleridir.”

1- Pandemi ve sonrasında belirgin yoksullaşma süreçlerine karşın, asgari ücrette, yoksulluk yardımlarında, düşük faizli borçlanma ve istihdamda nisbi artışlar, yoksullaşmayı, özellikle mavi yakalı ve vasıfsız işçi kesimleri, kent ve kır yoksulları için bir ölçüde ve geçici olarak yavaşlattı. Buna karşılık Millet İttifakı ve Kılıçdaroğlu’nun safkan neoliberal teknokratik programı ve söylemleri, emekçilerin bir kesimine güven vermediği gibi yabancılaştırdı. Kılıçdaroğlu’nun açıkça yaslandığı Batılı emperyalist mali sermaye gurularına, oralardan geleceğini söylediği 10 milyar dolarlarla yapılacağını vaatettiği uluslararası yatırımlara, IMF ve DB’ye, faiz artırımı ve kemer sıkma paketine dayalı safkan neoliberal sermayeci programı, ultra piyasa işi tekelci şirket reklamlarına benzeyen seçim söylemleri, Erdoğan’ın “anti-emperyalist bölge gücü”, “Türkiye’nin yükselmesini istemeyenler, bölmek ve sömürgeleştirmek isteyenler”, “yerli, milli, sunni” demagoji lerine kolay ve açık bir çek sundu. TÜSİAD ve NATO’yu bile eleştiremez hale gelen parlamentarizm solu da, bunun ortağı oldu. Mevcut iktidarın tabanındaki önemlice bir emekçi kesimi AKP’den hoşnutsuz olsa ve eleştirse de, zor koşullarda eldeki hayatileşen kırıntıları “istikrar” addederek, “eldeki bir düşük ücret ve berbat iş, borç faizlerinin artışı ve işsizlikten iyidir” eğilimi gösterdi.

2- AKP son dönemlerde “kitle partisi” (kitleleri ve yeni proleterleşme dalgalarını çok çeşitli ve yerel kurumlar, şebekeler ve ilişkiler ile yaşam ve çalışma alanları içinden de kontrol eden ve sürekli temas içinde olan) özelliği bir ölçüde zayıflasa da, bunu sürdürdü ve işçi-emekçiler içinde örgütlenen aşırı gerici Yeniden Refah Partisi gibi ittifaklarla telafi etmeye çalıştı. Millet İttifakı içinde ise, CHP dahil, doğru dürüst “kitle partisi” yok. Her zamanki gibi Erdoğan’dan çok emekçi kitlelerin hareketlenmesinden korkan CHP’den, toplumsal bir güç hissettirmeyi gerektiren böylesine bir seçim ve seçim güvenliği çerçevesinde bile bir “halk seferberliği ve organizasyonu” gerçekleştirmesi beklenemezdi. CHP’nin bırakalım mahalle, varoş, taşra kitle organizasyonlarını, metropoller ve kıyı şeridi dışındaki yerlerin yarısında, seçim çalışması yürütecek, oy sayımlarını izleyecek ve seçim güvenliğini sağlayacak kadro ve gönüllülerden bile yoksun olduğu görüldü. Sol ise bırakalım fabrikalaşan taşrayı, sayısız eski yeni organize sanayi bölgesini, metropollerde bile geniş işçi, yoksul emekçi kitlelerin çalışma ve yaşam alanlarını “kendi haline” (yani iktidara) terketmiş, kent merkezlerindeki liberal bir atmosferin hakim olduğu az sayıdaki mekana sıkışıp kalmış olmanın sendromunu yaşıyor.

3- İdeoloji ve siyasette zincirleme sağa, daha sağa, en sağa çekiş; sınıfsal güç dengelerindeki geriliğin, bağımsız işçi sınıfı örgütlenmesi ve politikasından yoksunluğun, işçi sınıfının siyasete dolaylı ve biçimsel kolektif katılım, pazarlık ve etki olanak ve mekanizmalarının bile ortadan kaldırılmış olmasının, nedeninden çok sonucu. Sosyal demokrasinin yerini neoliberal muhafazakar demokrasi, sosyalizmin yerini kamucu liberal reformist demokrasi, halkçı devrimci demokratizmin yerini liberal halkçı demokrasi aldı. Bunlar ise zaten parlamenterizme havale edilmiş muhalefeti ve solu daha da geriye çözmekten ve etkisizleştirmekten başka bir işe yaramıyor. Pandemi, deprem, kriz ve bölgedeki savaşlar koşullarında, sanki olağan bir dönemdeymiş gibi, zaten fazlacana sağa yatmış ve erime eğilimindeki “burjuva siyasal merkez”e oynamak, (hele ki güçlü kitle hareketlerinin olmadığı koşullarda), aşırı gerici-faşizan kutbu durduramazdı. Bunu örneğin ABD’de George Floyd isyanının ittirmesiyle yönetime gelebilen Biden karşısında, tecavüz ve darbe girişimi cezaları almış Trump ve benzerlerinin yeniden yükselişe geçmesi gibi bir dizi başka örnekten de görüyoruz.

4- Son dönemlerde solda da yaygınlaşan bir liberal beyaz orta sınıf dili, düşünce, algı ve hissiyat tarzı, burjuva muhalefet ve sol yedeklerinin seçimlerde kullandığı dil ve söylemin bir ana damarı olarak kendini gösterdi: İyilik/kötülük, vicdan, ahlak, erdem, dürüstlük, samimiyet, sevgi, hoşgörü, kalp işareti, vb. İlk turda CHP’nin reklam ajanslarının böyle bir Kılıçdaroğlu imajı pazarladığını, parlamenterist solun da söylem ve sosyal medya paylaşımlarında sık sık bu liberal dil ve algı biçimine başvurduğunu gördük. Tarihsel kökenleri Kant, Locke, Hume’a kadar giden bu liberal ahlak siyaseti ve felsefesi, insanın bir “iyi” ve ahlaki olarak üstün yanı, bir de “kötü”, maddi çıkar ve güç düşkünü, vahşi, hayvani yanı olduğunu ve bunlar arasında sürekli bir savaşım olduğunu ima eder. Burjuva aydınlanma döneminde bu liberal ahlak felsefesi, burjuvazinin feodal iktidara karşı savaşımının ideolojik ve idealist bir ifadesiydi. Günümüzde ise kapitalizm, faşizm, sömürü, baskı, sınıf gibi en temel sol siyasal kavramları bile tasfiye eden; siyaseti, hayvanilik ile eşitlenen bir maddi güç ve çıkarcılığa (ki ekmek derdindeki işçiler ve yoksullar da tabii ki bu paranteze alınıyor) karşı bir “ahlaki üstünlük” söylem ve algısına indirgeyerek, gayri-siyasallaştırıyor. Oysa herhangi bir işçi gaspedilen haklarını patronlara “kalp işareti” yaparak alamayacağını, bunun bir güç ve mücadele sorunu olduğunu bilir. Bu liberal “iyilik/kötülük, vicdan, ahlak, hoşgörü” vb anlayışı, kapitalist sistemin gerçek ve zorunlu ekonomik ve siyasi işleyişinin üstünü örtüyor, uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin, güç ve iktidar ilişkilerinin üstünü örtüyor. “Ahlaklı, vicdanlı, sevgi ve huzur dolu” bir kapitalizm ve sermaye diktatörlüğü hayaliyle, kendini ve kitleleri aldatıyor ve pasifize ediyor. Kendini “ahlaki” olarak ayrıcalıklı ve üstün gören, bununla avunan bir liberal pasifizmin gayrı-siyasi “hayali siyaset”ine dönüşüyor.

5- Türkiye toplumunun büyük ağırlığını günümüzde artık işçiler ve yarı-proleter kent ve kır yoksulları oluşturmasına karşın, “sol”un geniş kesimlerinin de, kitleleri somut sınıf karakterinden, gerçek sınıf mücadelesi talep, ihtiyaç ve özlemlerinden soyutlayan, soyut ve biçimsel burjuva parlamenterist demokrasi labirentlerinde “sayısallaştırma” ve “seçmenleştirme”nin ötesinde bir politikası yoktu. YSP ve TİP’in de dışında olmadığı bu parlamenterizm ve seçimleri siyasetin tek ya da ana biçimi olarak görme ve halkı seçmenleştirme anlayışı, günümüzde işçi kitlelerinin zaten ağır bir ablukaya alınmış olan sınıf sezgi ve uyanıklığını daha bir zayıflattı. Bırakalım üretimdeki uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarını, dağınık ve atomize işçilerin kıyıcı çalışma koşullarını bile “politika dışı” ve “kendi kişisel sorunu” olarak görmesini pekiştirdi. Bu mevcut devlet iktidarının kutuplaşmayı en gerici-milliyetçi-ataerkil cemaatleşme içgüdülerinden tırmandırmasını da kolaylaştırdı.

6- Burjuva muhalefet ve sol yedekleri, şimdi ne kadar eşitsiz, hileli, baskıcı, kara propagandacı bir seçime maruz kaldıklarından yakınıyor. Bunlar kuşkusuz ne kadar doğruysa, “eşit ve serbest seçimler” beklentisi, muhalif kitleleri o kadar pasifize eden güçsüzleştirici bir liberalizmin ifadesidir. Buna şaşırma veya sonuçları bununla realize etmeye çalışma, politikanın bir güç ilişkisi olduğunu unutma/unutturma, yani yine liberalizmin sola da nasıl sirayet ettiğini gösteriyor. Seçimlerin sanki “devlet üstü” bir “demokrasi şenliği” ve “serbest rekabet”le yapılabileceği beklentisi, liberal “serbest piyasa demokrasisi” budalalığının başka bir versiyonu.

7- Mevcut devlet iktidarının “terörö” kara propagandasının da belli bir etkisi oldu. Bunun, burjuva muhalefetin Kürt, Alevi, kadın, lgbti sorun ve talepleri yok sayarken, kayyum ve operasyonları destekler ya da sessiz kalırken, son anda utangaç ve pragmatist bir ittifaka girmeye çabalamasında zemin bulduğu söyleniyor. Doğru, ama daha doğru olan, milliyetçi-muhafazakarlık ve bunun giderek daha da kesifleşen biçimlerine karşı mücadelenin, ancak sınıf mücadelesi temelinde verilebileceğidir. Bunların belli emekçi kesimlerde zemin bulmasının ideolojik-politik bağlamının arka planında sosyo-ekonomik bir boyut da var. Örneğin kadınların, Kürtlerin (ve göçmenlerin) daha yığınsal olarak olarak işgücü piyasasına girmesine ve dibe doğru meta-işgücü rekabetine karşı egemen din-mezhep, milliyet, cinsiyetin ezilenlerin emeğini en dipte tutacak bir tekelci statü garantisi olarak sunuluyor ve savunulabiliyor. Sosyal güvenliğin tasfiye edildiği koşullarda aile de “kutsal aile” postunu giyiyor, çünkü emekçi kadını zapturapt altında tutacak ataerkil aile, yalnızca çocuk değil, yaşlı, hasta, sakat, işsiz bakımı için de geriye kalan son “sosyal güvence” gibi sunuluyor ve görülebiliyor. Aynısı gençlerin üniversite sürecinde ve sonrasında da işsizlik veya çok düşük ücretli işler nedeniyle aileye ekonomik bağımlığının artması ve ailenin muhalif gençleri kontrol etme mekanizması olarak kullanılması açısından geçerli. TOGG, savunma sanayi, doğal gaz vb de aslında bir “sınıflar üstü milli gurur” kaynağından çok, bu emekçi kesimler açısından, ekonominin istikrar ve canlılık vaadi ve dolaylı bir istihdam kaynağı olarak rağbet görebiliyor, vb.

8- Tüm bunlara karşın hiçbir burjuva seçim salt; soyut sayısallaştırılarak/seçmenleştirilerek manipule edilmesi kolaylaştırılmış kitlelerin “seçmen davranışı sosyolojisi” ile belirlenmez. İç ve uluslararası kapitalist güçlerin birbiriyle güç ve pazarlık ilişkileri de, en az bunun kadar kritik bir etkendir. Millet İttifakı ve Kılıçdaroğlu varını yoğunu TÜSİAD-AB programı üzerinden ortaya koymasına karşın TÜSİAD ve Batı emperyalist kapitalizminin ağırlıklı eğilimi, tek ata oynamadı, Erdoğan’ı tümden gözden çıkarmadı. Seçimlerin son ana kadar süren belirsizliğini ve Erdoğan-AKP’nin ekonomik-siyasi sıkışmışlığını da kullanarak, seçimlerden Erdoğan/Cumhur İttifakı kazansa bile avantajlı çıkmanın hesap ve pazarlıklarını da yaptı. Bu çerçevede TÜSİAD ve Batı mali sermayesi ile Erdoğan arasında Mehmet Şimşek’in daha geniş yetkiyle ekonomi yönetimine getirilmesi üzerinden süren pazarlıklara, yanı sıra uluslararası artı-değer ve lojistik zincirleri, ucuz emek ve yeni proleterleşme dalgalarının kontrolü üzerinden süren pazarlıklara seçimler arefisinde değinmiştik. Seçim sonuçlarının hemen ardından patron medyasındaki Mehmet Şimşek’in daha geniş yetkilerle ekonomi yönetimine getirileceği haberleri (ki borsayı zıplatmaya yetti) doğrulanırsa, bu, seçimlerde “ikili taktik” izleyen TÜSİAD’ın ve Batı mali sermayesinin seçimlerden tam dilediği sonucu alamasa bile, “seçimlerin kaybedeni” olmadığının,

seçimlerden ekonomi ve iktidardaki elini güçlendirerek çıktığının en bariz göstergesi olacak. Çünkü artık herkes biliyor ki, seçimler için değirmen suyuyla döndürülen ekonomi yıl sonuna kalmadan dibe vurma noktasına gidiyor ve iktidar yine Batı mali sermayesinin yeni koşullarla kredi açmasına mecbur hale gelecek. Erdoğan Mehmet Şimşek’i ekonomi yönetimine getirmezse veya azlederse bile şangırdayacak bir ekonomik kırılganlıkla, istese bile ABD-AB mali sermayesini ve TÜSİAD’ı karşısına alamaz ve “ne istediler de yapmadık” hikayesi devam eder.

9- Kürt siyaseti seçimlerde aritmetik olanın ötesinde nitel bir irtifa kaybı yaşadı. İlk turda bağımsız CB adayı çıkarmayarak, Kürt sorununu gündemleştirmekten bile imtina etti ve kendini silikleştirip geri plana çekti. Kendisinin bile inanmadığı “Kılıçdaroğlu seçilirse çözüm süreci yeniden başlayacak” söylemleri dışında, Kürt taleplerinin asgarisini bile (anayasal vatandaşlık, statü, anadil vd) gündemleştirmekten imtina etti. Eğer bu Kılıçdaroğlu’nu Erdoğan karşısında “Kürt sorunu üzerinden sıkıntıya sokmama” tarzında bir “egemenlerin arazisine uyma” politikasıysa, yanıtı da beka rejiminin her iki kanadının Kürt düşmanlığı yarışıyla aldı. YSP ve TİP’in, Kılıçdaroğlu’nun ikinci turda, liberal “kalp sembolü” maskesini de indirip açık göçmen ve Kürt düşmanlığını körüklemesini bile sessizce sineye çekmeleri ise, artık söylenecek söz bırakmıyor.

Kürt siyasetinin bu seçimlerde kendini sessize almaya varan tutumu, KKTH yerine ikame edilen “demokratik modernite”, “Türkiyelileşme”, “radikal demokrasi” gibi politikaların estetik marjının da tükenip tek yanlı tavizlerle gelinen noktadaki politikasızlaşmanın bir ifadesiydi. Aynı paraleldeki liderlik zayıflığı/yoksunluğu da Pervin Buldan’ın “3. dönem” tartışmaları ve hapisteki Demirtaş’ın sosyal medya mesajları üzerinden yürütülmek durumunda kalınan bir seçimle kendini gösterdi. Arka planda, Kürdistan’daki kapitalist ve sınıfsal dönüşüme karşın emek-sermaye çelişkisini inkar eden yaklaşımlar, yanı sıra kayyımlara güçlü bir direniş gösterilememesinin Kürt burjuvazisi ve orta sınıflarının aşırı ucuz proleterleşme dalgalarını da gözeten liberal entegrasyon eğilimini güçlendirmesi de birer etken. Kürt siyasetinin ulusal-liberal-halkçı eklektizmindeki tıkanma ve kriz, Kürt alt sınıflarının inisiyatifi ve yurtsever-emekçi birleşik bir temelden müdahalesi olmadan, çözülemez gibi görünüyor. HDP ve diğer Kürt siyasal organlarının başlattığı özeleştirel tartışma ve çalışmaların sorunların daha derinine, köklerine doğru inebilmesini pek mümkün görmemekle birlikte, en azından Kürt halkına dayalı inisiyatif ve dinamizmi yeniden geliştirebilmesini umalım.

10- TİP büyük bir parlamenterist-popülist başdönmesi ile girdiği seçimlerden ayrı katıldığı illerde aldığı yüzde 1.7’lik oy oranının Türkiye genelinde yüzde 3’e denk geldiğini ileri sürerek, daha büyük bir başdönmesiyle çıktı. Aldığı oyların yaklaşık yarısı (420 bin) İstanbul’dan, İstanbul içinde de oy oranlarının yüzde 8-9 civarına yükseldiği Kadıköy, Adalar, Beşiktaş, Şişli, Bakırköy gibi gelir düzeyi en yüksek semtlerden geldiği görülüyor. TİP’in yine bu düzeylerde oy aldığı İzmir’de Karşıyaka, Antalya’da Konyaaltı ve Muratpaşa, Muğla’da Bodrum, Datça, Fethiye, Marmaris yine benzer özellikler gösteren semtler. (TİP’in sadece Hatay ve İzmir Çiğli’deki oy oranları bu genel eğilimden ayrışıyor.) Bu sonuçlar TİP tabanının ve aktivistlerinin sınıfsal durum ve toplanma noktalarına dair belli bir fikir veriyor. TİP’in “zengin semtlerinden ve tatlı solcularından oy aldığı” eleştirilerine, Hatay ve Çiğli’den de önemli oy aldığı, ayrıca sözkonusu semtlerde de yoğun beyaz/gri yakalı işçi emekçilerin olduğu yanıtı yanlış değil. Bununla birlikte TİP’in seçim sürecinde milletvekili adayı olarak çıkardığı; 500 dönümlük düve çiftliği ve kalburüstü et lokantası sahibi Mehmet Aslantuğ’u (Antalya milletvekili adayı), Sanayi ve Ticaret Odası Genç Girişimciler Kurulu başkanlığını yapmış Mehmet Yapıcı’yı (Muğla milletvekili adayı) ve lüks aşçılık/yemek şirketi sahibi Ali Ronay’ı (İstanbul 1. Bölge milletvekili adayı) “işçi-emekçi” diye sunarak yarattığı sınıf bulanıklığı güven vermiyor. (Neoliberal jargonda “sosyal sermaye, kültürel sermaye, entelektüel sermaye” denilen küçük girişimciliğin, solu içinden liberal-halkçı yeni sola dönüştürmede oynadığı role dair bir analiz için: Fuat Filizler, “Solun Ekonomi-Politiği I-II”, https://www.academia.edu/36009068/Solun_Ekonomi_Politi%C4%9Fi) TİP’in seçim sürecinde “herkes oturduğu evin sahibi olacak” söylemini, yine bu “beyaz” tabanında ikinci/yazlık ev sahibi olma oranının yüksekliği nedeniyle geri çekmek zorunda kalmıştı. Söz konusu semtlerde özel işyeri/özel girişim ve özel mülkiyet oranının oldukça yüksek olması, özel mülkiyet ve girişimcilik ile barışık, yoksullaşan beyaz/gri yakalı emekçi kesimlerinin de kendilerini işçi değil halen ayrıcalıklı veya orta sınıf olarak gördüğü, sermayeden çok proleterleşmeye karşı direnen, modern küçük burjuva ve liberal sol bir ruhla yoğrulmuş semtler olması, TİP’in de bir sınıfsal ayrışma ve netlik yerine işçi-küçük mülkiyet sahibi-küçük orta patron-halk-yurttaş hepsini aynı bohçaya dolduran politikası, nasıl bir sınıfsal ve ideo-kültürel atmosferle yoğrulduğunu daha fazla şekillendirecek gibi duruyor.

11- Seçimlerde Kılıçdaroğlu çevresinde estirilen “büyük heyecan”ın seçim sonuçlarıyla “büyük hayal kırıklığı”na dönüşmesi ve yerini “gidelim bu diyardan” ruh haline bırakması, bir küçük burjuva karakteristiğidir. “Erdoğan onca eşitsizliğe, baskıya, hileye, kara propagandaya karşın ilk turda kazanamadı, ikinci turda kıl payı kazandı, toplumun yarısı değişim istiyor” diye avunanlar da, şimdiden, uzlaşmaz sınıf karşıtlığını örten ve boğan aynı egemen sınıf eksenselliğinde yerel seçim girdabına doğru gidiyorlar. Burada ikinci ve asıl sorumuzun bir ilk yanıtını bulabiliriz: Küçük burjuvazi! İşçi sınıfının bir güç ve çekim merkezi olmadığı ve mücadelenin zora koşulduğu durumlarda, burjuva muhalefet hegemonyasının “güvenli” kanatları altında uçuşa geçeceğini sanan, çakıldığı her seferde “işçi emekçi örgütlenmesi yapmadan değişmeyecek” diye yarı-özeleştirel bir mırıldanmadan sonra, çok geçmeden aynı şeyi yapmaya devam eden küçük burjuvazi. Burjuva parlamenter demokratizm fetişizmi, işçi halk mücadelelerinin daha yüksek olduğu koşullarda bile, ondan kopamayan küçük burjuva sosyal reformizm ve halkçı demokratizmin zayıf karnıydı. Liberalizm ve meta fetişizmine (soyut-değere) dayalı soyut ve “sınıflar üstü” demokrasi anlayışının daha fazla sirayet ettiği “yeni sol” eğilimlerle bu durum daha vahim bir hal alıyor. Özü ise değişmiyor: Çelişki ve mücadelenin kapitalist üretim tarzındaki uzlaşmaz sınıf çelişkisi temel ve ekseninden kurulması yerine, kapitalizmin gerçek ve zorunlu işleyişi ile “soyut/idealist” ifadesi arasında görmek; ve bu gerçekte olmayan soyut çelişkiyi farazi ve fuzuli biçimde düzeltmeye çalışıp durmak. (Marx, Grundrisse)

12- En milliyetçi-muhafazakar, dinci-gerici-faşist bir iktidar, hükümet ve burjuva muhalefetin de yine bu kulvarda hareket ediyor olmasıyla meclis bileşimi ortaya çıktı. TÜSİAD’ın ve Batı emperyalist kapitalist güçlerinin, seçim süreci ve sonrasında el altından yürüyen pazarlıklara mevcut iktidardan istediklerini aldıktan sonra, zaten buna hazır olan burjuva Millet İttifakını da iktidarla uzlaşmaya sevk etmesini, CHP’nin de İstanbul ve Ankara belediyelerini yerel seçimlerde korumaya çalışmanın dışında, uzlaşmacı-sinik pozisyonuna döneceğini öngörebiliriz. Zaten oldukça kısıtlanmış demokratik alan ve olanakların, her türlü muhalefeti “terör” ile ilişkilendirerek daha fazla baskı altına alınarak daha fazla kısıtlanmak ve paralize edilmek isteneceğini de öngörebiliriz. Kürt halkına, lgbti’lere, kadınlara ve sola dönük resmi olduğu kadar fiili baskı ve saldırılar artabilir. Kürt, kadın, lgbti hareketlerinin baskı ve saldırılara karşı özsavunmasının örgütlenmesi, direniş ve hak mücadeleleriyle (basitçe “vicdani” olmakla kalmayan) aktif dayanışmanın örgütlenmesi kritik bir önem taşıyor. Ancak burada kritik bir nokta daha var. Seçim sürecinde liberalizmin sola da nasıl nüfuz ettiğini, eski sosyal demokrasi ve halkçı demokrasi anlayışlarını bile nasıl dışından ve içinden çözdüğünü, liberal veya liberal-halkçı demokrasiye indirgediğini gördük. Bugün anti-faşist mücadele diyenlerin çoğu bile, ne yazık ki bunun pek dışında değildir. Faşizme karşı demokrasi mücadelesini, kendi içinden güçsüzleştiren tam da bu liberal (ya da liberal halkçı) demokrasi anlayışı ve beklentisidir. Çünkü bugün neoliberal/neomuhafazakar kapitalist oligarşik diktatörlük, liberal demokrasiyi çoktan terk ve imha etmiş durumdadır. Gerçekte olmayan veya zemini tümden kaymış bir liberal demokrasinin mücadelesini, gerçekte olmayan bir liberal burjuvazinin varsayılan desteğiyle veya onun adına veya onun yerine yürütme çabası ise baştan kaybedilmiş bir mücadeledir. Çünkü post-modern liberal kimlikçiliğin de etkileriyle, bu demokrasi anlayışı, geniş işçi emekçi kitleleri bizzat işçi emekçiler, yani sınıf çıkarları ve mücadelesi olarak özgürlük ve demokrasi sorununun ve mücadelesinin dışında görmekte ve dışlamaktadır. Bu yüzden faşizme karşı demokrasi mücadelesi; burjuvazi, sermaye ve liberalizmin tüm çeşit ve biçimleriyle (orta sınıf liberalizmi, küçük girişimcilik ve sınıf atlamacılık ruhu vb dahil) sınırlarını çok net çizmek zorundadır. Çünkü soyut bir demokrasi yoktur; önce hangi sınıf için ve hangi sınıfa karşı demokrasi? sorusunu sormak, demokrasi mücadelesinin tüm ezilen bileşenlerini bu sınıf ekseninden ele almak/konumlandırmak gerekir. “İşçiler emekçiler ekmek mücadelesi verir, aydınlar demokrasi mücadelesi verir” beylik liberal anlayışı ve bunun günümüzdeki post-modern liberal ayrıcalıkçı versiyonu “işçiler emekçiler (ve hatta depremzedeler) cahil ve aptal makarnacılardır, ezilen kimlikler demokrasi mücadelesi verir” gibi emek-sermaye çelişkisi inkarcısı yaklaşımlara karşı da mücadele etmek gerekir. Tıpkı yıkıcı biçimde işçileştiği halde kendi çıkarlarını işçi sınıfının çıkarlarıyla birleştirmeyi reddeden ve asıl buna karşı direnen orta sınıf liberalizminin güçsüzlüğü gibi, kendi çıkarlarını işçi-emekçilerin (aynı zamanda Kürt, kadın, lgbti işçi emekçi kesimleri olarak) örgütlenmesi ve mücadelesiyle birleştirmeyi reddeden ezilen hareketlerinin liberal halkçılığı da kendini zayıf ve yalıtılmış kalmaya mahkum etmiş olur.

13- Mevcut iktidar aslen ve öncelikle bir sınıf/sermaye diktatörlüğüdür. Onun tüm politika ve stratejilerinin (Kürt, kadın, lgbti ve doğa düşmanlığı dahil) özünde ve temelinde, ucuzlatılmış ve vahşi toplumsal emek sömürüsü, yağması ve kontrolü vardır. Sermayenin yalnızca tepede bir yerlerde olmakla kalmayan, kapitalist üretim ve yeniden üretim ilişkilerindeki köklerini ve diktatörlüğünü de görmek gerekir. AKP’in iç ve dış tüm sermaye kesimleri açısından asıl tarihsel işlevi, dev çaplı yeni proleterleşme dalgalarını binbir türlü yöntem ve araçla güçsüzleştirerek ve sınıf bilinç ve örgütlenmesinden uzak tutarak mes ve kontrol etmekti. Bugünkü iktidarın da asli işlevi budur; kriz, pandemi ve depremle birlikte hızlandırılmış yeni mülksüzleştirme/vazıfsızlaştırma ve yıkıcı proleterleşme dalgaları dahil, proleterleşmiş toplumu, plazalardan en küçük il-ilçelere, köylere kadar yayılan organize sermaye bölgelerinde, eski-yeni uluslararası sermaye koridorlarında, bilimum eski-yeni sermaye saha ve girişimlerinde, ucuz ve güçsüzleştirilmiş emek olarak köleleştirmek. Bugün tüm Türkiye’yi boydan boya ve neredeyse hiçbir boşluk bırakmadan sarmış kapitalist üretim ilişkilerinin içindeki uzlaşmaz çelişkilerinin üstünden atlamaya çalışan ya da ondan soyutlanmış, bu sınıf ilişkilerini tümüyle sermayenin ve iktidarının inisiyatif ve kontrolüne bırakmış hiçbir mücadelenin etkili olma ve başarı şansı yoktur. Sermaye diktatörlüğünün ırkçı, şovenist, dinci-mezhepçi, ataerkil, faşist biçimine karşı mücadele de bu temel ve eksenden yürütülmek zorundadır. Evet dincilik, milliyetçilik, cemaatçilik vb temeldeki bu uzlaşmaz çelişkiyi örter ve zaten başlıca amacı da budur, ama liberalizm ve versiyonları da bu çelişkiyi örtmede onların ortağı ve kolaylaştırıcısı olur. Evet işçi sınıfı bugün toplumun çoğunluğunu oluşturmakla birlikte, parçalılığı, dağınıklığı, çeşitli kesimlerinin dine, milliyetçiliğe, cemaatleşmeye sarılma çabası bir olgudur; bir bütün olarak sınıf mücadelesinin geri durumu ve büyük iç ve dış engel ve zorlukları bir olgudur. Ama işçi sınıfı bağımsız ve düzene/sisteme uzlaşmaz karşıt sınıf olarak örgütlenmeden, bilinçlenmeden, kolektif militan mücadele yetisini geliştirmeden, hiçbir şeyin (örneğin Kılıçdaroğlu kazayla seçimi kazansaydı da) bu kapitalist sömürü, yağma, esaret ve zulüm sistemini değiştiremeyeceği de bir olgudur.

14- Son seçim hüsranından sonra, “işçi emekçilerin çalışma ve yaşam alanlarında var olmadan, işçi emekçi örgütlenmesi ve mücadelesi olmadan bir şeyi değiştiremeyiz” tespit ve çağrılarının, solda daha geniş bir kesim tarafından dile getirilmeye başlanması, umut verici. Bununla birlikte, solun geniş bir kesiminin içine işlemiş liberal çözünüklük ve konformizmden köklü bir kopuş gerçekleştirilmeden, bu işin zorlukları karşısında bu tespit ve çağrıların bir çoğunun bir “niyet ve dilek” olmaktan öteye geçmeyeceğini; çok geçmeden balıklama girilecek yerel seçim girdabında yine bordadan ilk atılan olacağını öngörmek mümkün. Gerçek bir değişim ise, bunun bir niyet, dilek, bir tercih değil, tarihsel bir zorunluluk olarak kavramak ve pratikleştirmekle mümkün. Çünkü özgürlük zorunluluğun bilinci ve pratiğidir; bunun zorluklarını yılmak bilmez bir tutku, enerji ve yaratıcı inisiyatifle aşabilecek olan da, bu tarihsel kolektif sınıf öznesi zorunluluğunun berrak kavranışı ve direşken pratiğidir. Çünkü bu basit bir “işçilere emekçilere gitmek” sorunu değildir. İşçiler gökyüzünde yaşamıyor ki, kendisi de bir işçi olan bir solcu kendi işyeri ve mahallesindeki işçileri kolektif işçi-emekçi olarak örgütlemenin zorlukları ve bedellerinden kaçınıyorsa, fizandaki bir işçi direnişine ziyarete gitmesi turistik bir seyahatin ötesine geçmez. Bu seçimden seçime “işçilere gidip” dışardan ajitasyon-propaganda yapmaya, şu veya bu partiye oy vermeye ikna etmeye de benzemez. Çünkü bu işçileri şu veya bu sol partiye oy vermeye ikna etmenin, hatta şu veya bu sol parti, örgüt, sendika, derneğe katılmaya ikna etmenin ötesinde, kendi sınıflarına örgütlemenin, kendi sınıflarının örgütlenme ve mücadelesinin öznesi haline getirmeyi gerektirir; o sol partileri de işçi-emekçileri seçmenleştirerek pasifize etmek yerine, sınıf mücadelesinin içsel öznesi olmasını gerektirir. Dolayısıyla bu, bir niyet ve dilek sorunu değildir; programatik, ideolojik, siyasal, örgütsel, kadrosal, pratik… bütünsel bir devrimci proleter kopuş ve değişimi gerektirir.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

*