Home » GÜNDEM » Nekro-politika üzerine: Kapitalizm mi Yaşam mı?

Nekro-politika üzerine: Kapitalizm mi Yaşam mı?

Kapitalizm çürüdükçe kendini yıkım ve kırımlar üzerinden yeniden üretme çabası da büyüyor. Öyle ki, kapitalizmin kanlı kar yaratıcılığının hızına bunu betimlemeye çalışan yeni imge ve kavramların hızı dahi yetişemiyor. Naomi Klein’in “Şok doktrini/Felaket kapitalizmi” (1999) kavramlarının yarattığı yankı ve tartışmalar üzerinden çok geçmeden, bu kez kendimizi Achille Nbembe’nin ileri sürdüğü “Nekro siyaset” (2015/2019) ve onun daha da genişletilmiş hali olan “Nekro-kapitalizm” kavramıyla karşı karşıya buluyoruz.

Nekro politika, “yaşamın ölümün iktidarına tabi kılınmasının çağdaş biçimleri”, yani kimlerin nasıl yaşayacağına ve kimlerin ölüm tehlikesi/tehditine daha fazla maruz bırakılacağına ve nasıl öleceğine karar verme gücüne sahip bir politika ve egemenlik biçimi olarak tanımlanıyor. Nbembe, Faucault’nun iktidar tanımındaki “öldürme hakkı”nı toplumsal veya sivil olarak ölüme maruz bırakma ve köleleştirme hakkına doğru genişletir, nekro-politikayı da, bir ülkenin kendi vatandaşları dahil belli bedenlerin yaşam ile ölüm arasındaki çizgide farklı konumlarda kalmaya nasıl zorunlu bıraktığının analizi olarak tanımlamaya çalışır.

Nbembe’nin Marx’ın kapitalizmi bilimsel-eleştirel analizi kuramını bir iki kalem darbesiyle devre dışı bırakarak, Faucault, Agamben, Carl Shmidt gibi post-yapısalcı filozoflar içerisinden türetmeye çalıştığı spekülatif felsefe yaklaşımları burada bizi ilgilendirmiyor.

Ancak kapitalizmin büyüyen toplumsal-ekolojik kırım ve yıkım dalgalarını açıklamak için değilse bile anlatabilmek için ileri sürülen kavram ve imajların da, şok doktrini/felaket kapitalizminden nekro iktidar ve nekro kapitalizme, durmaksızın vites büyütmek zorunda kalması bile, kapitalizmin geldiği ve gitmekte olduğu cinai nokta hakkında bir ilk fikir veriyor.

Kaldı ki post yapısalcıların yarattıkları onca görecilik sisi arasında az çok doğru olarak tespit edebildikleri birkaç noktada, Marx’ı devreden çıkarmak için gösterdikleri onca çabaya karşın, Marx’ın kapitalizmi bilimsel-eleştirel analizinin, günümüz kapitalizmin iyice uçlaşan biçimlerine uyarlanmasının ötesine geçemiyor ve ancak bu Marksist temelde bilimsel-eleştirel bir anlam kazanabiliyor.

Nbembe’nin nekro-siyaset yaklaşımı da, Marx’tan uzak durmak ve onu spekülatif yaklaşımlarla örtmek için gösterdiği tüm çabaya karşın, gelip dayandığı yine Marx’ın Kapital’de, özellikle de kapitalizmin kriz koşulları açısından gözler önüne serdiği, işçi sınıfının genişleyen kesimleri açısından yaşamda kalmak ile ölüme maruz bırakılmak arasında iyice incelen ve ortadan kalkmaya başlayan çizgi oluyor. Keza bu yıkım/ölüm tehlikesine maruz kalma çizgisinin işçi sınıfının daha geniş kesimlerini ve küçük burjuvaziden işçi sınıfına doğru çözülen geniş tabakaları da içine alacak biçimde nasıl genişlediği ve bunu sistemin yine nasıl modern köleleştirmeyi genişletip pekiştirmek ve yeni kar kaynakları için kullandığı…

Nekro-siyasetin Marx’ın işçi sınıfının yaşamda kalması ve yeniden üretimi yaklaşımı ekseninden daha doğru ve Türkiye’de depremle yeniden güncelleşen bir yorumunu kentsel politika planlaması anabilim dalı uzmanı Tarık Şengül yapmaya çalışıyor:

“ – Achille Mbembe’nin ‘nekro-politik’ ve ‘nekro-toplum’ diye üzerine kitap yazdığı kavramlar neden bugünü anlamak için önemli?

– Yaşadığımız deprem bu soruyu bence çok iyi yanıtlıyor. Resmi rakamlarla 50 bine doğru giden sayıda insan göz göre göre öldü. Bütün o bölgenin fay hattında olduğunu başta yetkililer olmak üzere ilgili tüm kesimler biliyor. Ancak yıllardır o insanları kurtarılabilecek kaynaklar ıssızlığın ortasında örneğin İstanbul’un kuzeyine yapılıyor. Bir başka anlatımla yaşadığımız dönemin egemenleri öyle ya da böyle kimin hayatta kalacağını kimin kalmayacağına karar veriyor. Aynı durumu Covid salgını sırasında da yaşadık. Belli kesimler evlerine kapanabilirken, anahtar oldukları ilk defa hatırlanan belli emekçi kesimler sahaya sürüldüler. Tam da bu nekro-siyaset demek. Öte yandan bu mesele çok çetrefilli. Bugün İstanbul’da kaygı içinde olası bir depremle hayatta kalıp kalamayacağını merak eden geniş bir kesime de yayılan biçimde İstanbul’da yaşamını sürdürmeye çalışan mültecilere yönelik benzer bir nekro-siyaset üretiliyor.

Nekro-siyasetin daha yumuşak görünen biçimlerini de unutmayalım. Şu anda cebinde para olmadığı için işe gidemeyen insanlar var. Ulaşım ücretini ödeyemediği için işe gidemiyor, işini de kaybediyor. Bu ekonomik krizin parçası gibi görünmekle beraber aslında toplum kendisini sadece maddi olarak değil manevi olarak da yeniden üretemiyor. Bence tüm bunların en dramatik olanı demokrasinin ve yönetişimin krizi. Bütün krizler birbirini tetikleyerek yaşamamızın parçası haline geldiği andan itibaren de olağanüstülüğün kendisi demokrasinin askıya alınmasının aracı haline geliyor. Deprem oldu hemen OHAL ilan edildi. Medyaya yasaklar geldi. Ona izin verilmiyor, buna izin verilmiyor. Ve iş öyle bir noktaya geliyor ki, pandemi sırasında mesela evlere kapatılmayı biz kendimiz talep ettik.

(…) Burada altı çizilmesi gereken önemli bir boyut bu krizlerin ve yarattığı siyasi formların orta sınıfı da içine almasıdır. Bu kesim hiçbir dönemde karşı karşıya kalmadığı bir çöküntüyü yaşıyor. Burada artık klasik sınıf katmanları çerçevesinde alt gelir gruplarının krizini konuşmuyoruz. İstanbul’da bugün kazandığı maaşla kirasını ödemesi mümkün olmayan çok geniş bir orta sınıf var. Bunların önemli bölümü de genç. Güya iyi işlerde çalışıyorlar ama o işten kazandıkları ücret bugüne kadar alışık olduğumuz kira bedellerini artık karşılamıyor. Biz artık başka kentlerde yaşıyoruz. Bu artık başka bir dünya. Ve bu değişimin, bu çelişkilerin en yüksek yaşandığı yerler İstanbul gibi metropoller.

Milyonlarca insana her sabah temiz su içireceksiniz. Gıdaya erişimini sağlayacaksınız. Güvenli hissettiği ortamlar sağlayacaksınız. Uzatabilirim ama orta sınıfın önemli bir bölümü artık bu konularda erişim sorunu yaşayan bir kesim haline geliyor. Bunun kendisi bir yönetim sanatı. İster yerel yönetim düzeyinde olsun ister aile düzeyinde olsun hayatta kalmanın ve hayatta tutmanın bir sanata dönüştüğü bir nekro-siyasetten söz ediyoruz.

– Nekro-toplum neyle sınanıyor?

– Mesele burada artık hayatta kalıp kalmamaya indirgendiği bir durum. Bu artık sınıf atlama falan meselesi değil. Meselenin asıl aksı hayatta kalıp kalmama olarak belirleniyor. Depremde yaşananlar bir kez daha bu gerçekliği gözümüze soktu!” (Cansu Çamlıbel’in söyleşisi: Prof Dr Tarık Şengül: “Bu huzursuzluk faşizmi de çağırabilir”. T24, 27 Şubat 2023)

Şengül’ün söylediklerinde tartışılabilecek çok şey var. Ama önemli nokta işte bu son paragraf: Toplumun büyük çaplı proleterleştiği; kapitalizmin emekçilerin yaşamda kalması ve yeniden üretimine kayıtsızlaştığı ve her düzeyde kriz saldırganlığının arttığı koşullarda, artık toplumun çoğunluğu (küçük burjuvaziden işçi sınıfına doğru çözülen geniş ara sınıf katmanları dahil) için, sorun, sınıf atlama hayalleri bir yana, yaşamda kalabilmeye doğru indirgeniyor.

Kapitalizm emeği hiçbir sosyal hak ve güvencesi olmayan çıplak emeğe, emekçilerin yaşamını da hiçbir neşesi kalmamış bir yaşamda kalma mücadelesine indirgiyor.

Ayaklarınızı bastığınız yerin ayaklarınızın altından kayması, onca didinip başınızı soktuğunuz beton yuvalardan 100 bin ceset çıkması, milyonlarca işsiz, evsiz, göçmen daha; artık bunun bir son nokta olmadığı, bugün yarın İstanbul’da, İzmir’de, bir çok başka şehir ve bölgede daha korkunçlarının da gerçekleşebileceği duygusu ve düşüncesi ile birlikte var. Kıyılara vuran göçmen cesetleri deneyimi, 301 madencinin yaşamını yitirdiği Soma deneyimi, 200 bin kişinin (dünya çapında 5.5 milyon kişinin) yaşamını yitirdiği Pandemi deneyimi, nükleer silahlardan mantar tabancası gibi bahsedilmeye başlandığı Ukrayna savaşı deneyimi, orman yangınları deneyimi, 1.5 yılda gıda fiyatlarının 3-4’e katlanması deneyimiyle birlikte var. Henüz depremin gölgesinde kalsa da, bir yıldır süren aşırı kuraklıklar nedeniyle, kırlarda yeni bir yıkım dalgası, yılın ikinci yarısında su ve gıda krizleri de kapıda…

Bugün sorun artık yalnızca ve tek tek; iş güvencesizliği, sağlık güvencesizliği, emeklilik güvencesizliği, gıda güvencesizliği, barınma güvencesizliği, afet güvencesizliği, iklim güvencesizliği, ekolojik güvencesizlik, ezilenlerin (ezilen cins, ırk, mezhep, ulus, göçmenler, sakatlar) güvencesizliği, yönetilme koşullarının güvencesizliği, uluslararası barış güvencesizliği (ki bu liste daha epey uzatılabilir) değil. Bunların herbiri hem kendi içinde derinleşme hem de daha geniş emekçi kesimlerine yayılma eğilimi gösteriyor. Bazan biri bazan diğeri öne çıksa da, birbirini derinleştiriyor ve genişletiyor.

Toplumun sömürülen ve ezilen çoğunluğu için bir “varoluşsal güvencesizlik krizi”ne, bir varoluş krizine dönüşüyor. Çıplak emekçiye alçaltılmayı, emekçi yaşamının tutunacak dalları birer birer kırılan yaşamda kalabilmeye alçaltılması tamamlıyor.

Ve evet, kapitalist devlet iktidarının belli kesimlerden insanlara resmen veya fiilen şiddet uygulama ve öldürme yetkisi, kapitalist sistemin emekçi kesimleri, resmen veya fiilen şiddete ve ölüme maruz bırakma yetkisi ile tamamlanıyor.

Ve evet, emekçilerin genişleyen kesimleri kendilerini toplumsal, fiziksel, biyolojik, zihinsel, psikolojik olarak yeniden üretemez hale geliyor. Pandemi ve deprem ölümleri istatistiklerindeki manipulasyon bir yana, TUİK ve Sağlık Bakanlığı, kanser, sakatlanma, intihar, ağır psikolojik rahatsızlıklarda patlama nedeniyle yıllardır bu istatistikleri yayınlamıyor.

Başka deyişle kapitalist sömürü ve iktidar ilişkileri, yani neyin ne kadar nasıl kimler tarafından hangi koşullarda kimlerin servet biriktirmesi için üretileceği ve kimlerin kimler tarafından nasıl yönetileceği; kimlerin kimler tarafından ölüme maruz bırakılacağı ve köleleştirileceğini de içeriyor.

Bu yüzden “nekro-politika”, sermaye diktatörlüğünün daha bir açığa çıkmasından başka bir şey değildir: Hiçbir yasa, kural, ilke, norma bağlı olmayan sömürü ve yönetim biçimi.

Emekçilerin bugün değilse yarın, öyle değilse böyle ölüm tehdidi altında tutulduğu; yaşamın yaşamda kalmaya, yaşamda kalmanın ise daha fazla ölüm riskini göze almaya bağlı olduğu. Tıpkı yaşamda kalabilmek için eğitimini, sağlığını, yeteneklerini geliştirme olanağını, kendini insan olarak yeniden üretebilmeyi ve diğer her şeyi feda etmek zorunda kalmak gibi. Tıpkı hiçbir işçi sağlığı ve güvenliği önleminin olmadığı tehlikeli işlerde veya Pandemide çalışmaya devam etmek zorunda bırakılmak; deprem ve yangın güvenliği olmayan mekan ve konutlarda kalmak zorunda bırakılmak; daha ucuz görünen ama daha kanserojen gıdalara talim etmek zorunda bırakılmak gibi…

Ama bu aynı sonsuz dehşet tablosu, sistem içinde tutunacak dalı olmayan emekçilerin, sistem ve devletinden bağımsız sınıf dayanışması, örgütlenmesi ve mücadelesi eğilimini de ortaya çıkartıyor.

Kapitalizm mi yaşam mı? Şimdiki soru budur.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

*