Home » GÜNÜN İÇİNDEN » Metin Çulhaoğlu’nun “yeni demokrasi” faraziyesi ile bir tartışma

Metin Çulhaoğlu’nun “yeni demokrasi” faraziyesi ile bir tartışma

ABD’de de ırkçı-faşist çetelerin Trump’ın yönlendirmesiyle yaptığı Kongre baskının yankılarıyla birlikte, “ne olacak bu burjuva demokrasisinin hali” tartışmaları da sürüyor.

Bu konuda “ilginç” ama pek de yeni sayılmayacak bir yaklaşım Metin Çulhaoğlu’dan geldi.

Çulhaoğlu, “Trump’ın gitmesi ve düşündürdükleri” başlıklı yazısının son paragrafında, açmadan ve temellendirmeden şunları öneriyor:

“Yapılabilecek olan ve bizce yapılması gereken, “seçimler” ve “temsili mekanizmalar/organlar” korunmak üzere bildiğimiz demokrasiyi yeniden ve burjuva demokrasisinin katması mümkün olmayan eklerle birlikte yeniden tanımlamak, geleceğin sosyalist demokrasisinde yer alacak belirleyici özelliklerin en azından bir kısmını bugün savunmak, önermek ve hayata geçmesi için çalışmaktır.” (İleri Haber, 9 Ocak 2021)

Çulhaoğlu’nun bir sonraki yazısında da bu yaklaşımıyla ilişkilendirilebilecek şöyle bir paragraf var:

“Solun, olması gerektiği halde, demokrasi konusunda seçimlerin, temsili-parlamenter demokrasinin, “darbe karşıtlığının” ve şimdilerde “güçlendirilmiş parlamenter sistemin” ötesinde söylediği şey hemen hemen yok gibidir. Oysa günümüz dünyası, demokrasi kavramının özellikle katılım ögesiyle birlikte ve emek süreçlerini de içerecek biçimde ele alınması açısından sola ciddi imkanlar sunmaktadır.” (“Boynuzlu, postlu, dövmeli adam”. İleri Haber, 12 Ocak 2021)

Bu yaklaşımlara uzaktan yakından katılmadığımızı ve yanlış bulduğumuzu kuvvetle vurgulayalım.

En başta, genel geçer sol’un değil ama, Marx ve Lenin’den itibaren komünist devrimcilerin demokrasi konusunda en derin ve ufuk açıcı tarihsel bilimsel yaklaşımı ortaya koyduğunu, burjuva (parlamenterist vb) demokrasisine karşı ancak sömürücü sınıf iktidar aygıtlarının ve mülkiyet tarzının yıkılmasıyla geçilebilecek sosyalist devrimci işçi (işçi ve yoksul emekçi) konseyleri demokrasisi anlayışını belirlediklerini, bunu bugün Türkiye’de de savunan ve kapitalizmin bugünkü gelişme ve çürüme düzleminin içindeki uzlaşmaz çelişkilerin tarihsel gelişme perspektifinden geliştirmeye çalışan komünist devrimcilerin olduğunu belirtelim.

İkincisi, sosyalist devrimci işçi konseyleri demokrasisinin burjuva demokrasisinin tüm biçimleriyle (parlamenterist, plebisitist, federalist vd) uzlaşmaz karşıt olduğunu belirtelim. Bu, toplumsal üretken ve yaratıcı güç, yeti, ihtiyaçlar ile kapitalist üretim ve egemenlik ilişkileri arasındaki giderek uzlaşmazlaşan bağdaşmazlıktan, ve bununla içsel bağı içinde emek-sermaye, proletarya-burjuvazi uzlaşmaz karşıtlığından doğan bilimsel bir yaklaşımdır.

Burjuva temsili demokrasisi (ve diğer burjuva iktidar organları) ile işçi konseyleri demokrasisinin eş zamanlı olarak var olabileceği tek durum, devrimci kriz ve devrimci işçi-kitle ayaklanması koşullarındaki “ikili iktidar” durumudur. Ancak bu durum dahi sürgit olamaz, çünkü işçi iktidarı ve demokrasisi organları ile burjuva iktidar organları (burjuva temsili organlar dahil) birbiriye bağdaşmaz. Geçici “ikili iktidar” durumu, birinin diğerini yıkması ve çözmesi ile çok geçmeden son bulur.

Sosyalist devrimci işçi konseyleri demokrasisi ile burjuva demokrasisinin tüm biçimleri arasındaki uzlaşmaz karşıtlığı örten, birinden aldığı bazı formları diğerine ekleyerek yapılmaya çalışan her türlü “sentez” yaklaşımı, fuzuli ve nafile küçük burjuva eklektizm ve ütopizmi olmanın ötesine geçmez.

Kapitalizmin derinleşen ve uzlaşmaz çelişkilerini açığa çıkaran kriziyle birlikte burjuva demokrasisi de (halen var göründüğü kapitalist ülkeler dahil) derin bir kriz, çürüme ve çözülme sürecinde. Çürüyen ve kalıntılaşan burjuva demokrasisini (hem de sosyalist demokrasiden) yapılacak “ekler”le (ya da “yamalarla” veya “aşılarla”) ayakta tutmak ve takviye etmek, işçi sınıfı devrimcilerinin “işi” olmadığı gibi, olanaksız ve ütopiktir. Bizim “işimiz” kapitalizm ve kapitalist demokrasiyi “düzeltmek”, daha doğrusu “düzeltilebileceğinin”, “sosyalist demokrasinin kimi öğeleriyle desteklenerek düzeltilebileceğinin” fuzuli ve nafile hayallerini yaymak değil, onları yıkmaktır.

Yalnızca faşizmi değil burjuva temsili demokrasisi dahil tüm kapitalist kurum ve ilişkileri yıkmaktan bahsediyoruz. Marksist, Marksist-Leninist, komünist, işçi sınıfı devrimcisi olmanın “devlet ve demokrasi sorunu”ndaki en temel kriterlerinden biri budur. Faşizm, dinci gericilik vd gitsin ama, burjuva seçimler ve temsili organ/mekanizmaları muhafaza ederek ve (sosyalist demokrasiden alıp) yapacağımız eklerle/yamalarla biraz düzeltip genişleterek vaziyeti idare edelim demek, çok belirgin biçimde uzlaşmazları küçük burjuva uzlaştırma çabasıdır.

Bunun bir örneği Laclau ve Mouffe’nin post modernist “radikal demokrasi”sidir. Bir başka örneği Bookchin’in ütopist belediye “komünalizmi”dir. Öcalan’da bu ikisinin daha da eklektik bir “sentez”ini yapmaya çalıştı. HDP ve çeperindeki sol siyasetler tarafından bir dönem, liberal demokrasinin biraz genişletilmiş ve (bazı versiyonlarında) aşağıdan “halk meclisleri” tarafından desteklenen bir versiyonu olarak “çoğulcu, katılımcı, özerkçi, müzakereci demokrasi” anlayışı savunuldu.

Tümünün tarihsel kökeninde, Proudhon’un liberal anarşist veya liberal halkçı sosyalizm ütopizmi vardır.

Çulhaoğlu’nun önermesinin yukarıda saydıklarımızdan biricik farkı, anarko veya post-modern anlayışları bir yana bırakıp yerine “emeğin katılımı”nı ve “burjuva demokrasisine yapılabileceğini” düşündüğü “sosyalist demokrasi ekleri”.

Ama bunlar da bir şeyi değiştirmiyor. Çünkü kapitalizm koşullarındaki sınıf savaşımında, en temel ilkelerden biri olan işçi sınıfının (her türlü sermaye organı ve akımından, ideoloji ve siyasetinden) bağımsız hareketi ilkesini de sulandırıyor. Örneğin işçi sınıfının yükselen grev, işgal, isyan, direniş dalgalarında ortaya çıkabilecek “proleter demokrasi” organlarını, işçi komiteleri, işçi meclisleri, işçi konseylerini, bilerek veya bilmeyerek, asla bağdaşmayacakları “burjuva seçimler ve temsili organ/mekanizmalar”ın “eki” ve “genişletilmesi” gibi düşünebiliyor. Bunların işçi sınıfının bağımsız savaşım organları olarak değil de, burjuva “seçimler ve temsili organ/mekanizmalara” “emeğin katılım”ı olarak düşünmek, işçi sınıfının bağımsız savaşım organları olmaktan çıkarmak, en iyi durumda da burjuva demokrasisinin içi boşaltılmış uzantıları haline getirmek ile bir ve aynı şeydir.

İşçi sınıfı bağımsız ve uzlaşmaz karşıt mücadele ekseninden ve ilkesinden ödün vermedikçe, belli koşullarda, kuşkusuz burjuva “seçim ve temsili organ/mekanizmaları” kendi mücadelesi için değerlendirmeye çalışabilir. Ama bunu yaparken bile, bunları “muhafaza etme” gibi derdi olmamalıdır. Faşizmin burjuva demokrasisine saldırması ve yıkmasına karşı kuşkusuz mücadele edilecektir, ama bunun için burjuva temsili mekanizma/organların savunulması gerekmez. (Şöyle bir örnekle açıklamaya çalışalım. ABD emperyalist kapitalizminin diyelim ki İran’a saldırısına kuşkusuz ki karşı çıkarız, ama buna karşı mücadele etmek için İran’daki kapitalist şer’i rejimi savunmamız gerekmez.)

Aslında Çulhaoğlu’nun tüm önermesi şuna çıkıyor: Mali oligarşik kapitalizm koşulları, sömürüsü ve iktidarı altında, hem de mevcut “seçim” ve “temsili mekanizma/organlar” korunarak, ama bunlara “burjuva demokrasisinin katması mümkün olmayan eklerle”, yani burjuva olmayan eklerle, “yeniden tanımlamak”, yani burjuva-olmayan, dahası “geleceğin sosyalist demokrasisinde yer alacak belirleyici özelliklerin en azından bir kısmından” oluşan eklerle “yeniden tanımlamak” mümkündür?? Mali oligarşik kapitalizm koşulları, sömürüsü ve iktidarı altında, mali oligarşik kapitalist olmayan bir demokrasi, “sosyalist demokrasinin belirleyici özelliklerinden yapılacak eklerle” hayata geçirebilir??

Bunun, bir dönemki “kapitalist olmayan yoldan kalkınma” teorisinin, mali oligarşik kapitalizm koşullarında (kapitalist devlet iktidarını yıkmayı bile öngörmeden) burjuva demokratik olmayan yoldan “demokratikleşme” teorisi versiyonu olduğu anlaşılıyor.

Çulhaoğlu, söylediklerini daha fazla açıp temellendirmeye çalışırsa, ki bunun için Marx ve Lenin’in “demokrasi” bağlamındaki bilimsel-eleştirel çalışma ve teorilerinin artık geçerli olmadığını kanıtlaması gerekecek, bizim de bir iki paragrafta özetlediği yaklaşımı üzerinden belirttiğimiz düşüncelerimizi genişletme ve derinleştirme olanağımız olacaktır.

One comment

  1. Solumuzun Demokrasi Fetişizmi

    Demokrasi sözcüğü, lügati ve pek genel bir açıklama ile, “halkın erki” olarak biliniyor. Ancak siyaset bilimi alanında ve bu alanı teşkil eden ideolojilerin teorik ve pratik izah ve uygulamalarında, bu denli basitlik ve sadelik ile kavramsallaştırmaya çok imkân sunmuyor. Buna sebep ise, sınıflı toplumlardaki dengelerin çok hassas ve bu sınıfların mücadelesinin çetin geçmesi oluyor. Fiili olarak iktidarı, gücü, yönetimi elinde tutan sınıf, demokrasiyi kendi çıkarları açısından yorumlayarak, ki bu çok doğal, demokrasiyi de, ideolojik olarak şekillendiriyor ve yukarıdan aşağıya bırakıyor. Hayat ise, bunu daha da somutlayıp bize, her kesimden siyasi özneye dayatıyor.

    Eklemenin zaruri olduğu bir konu da, demokrasinin, her daim ve her koşulda, olumlu bir şeyler çağrıştırıyor olmasıdır. Bu ise, kavramın, aynı zamanda bir meşrulaştırıcı teşkil ettiğini anlatıyor. Herkes, mağlubu veya galibi olduğu her politik mücadeleyi, demokrasi üzerinden özetlemeye çalışıyor. Bir kesimin, demokrasi için savunduğu şey, diğer kesimin, anti-demokratik bulduğu bir tez, görüş olabiliyor. Tüm bunlar ise, tekrarla, kavramın “alengir”ini artırıyor ve bir tek algı ve açıklama yöntemi ile değil, nesnel durumların çeşitli öznel bakışlar ile analizi sonucunda ancak sağlıklı şekilde tariflenebileceğine işaret ediyor.

    Öznellik, ki nesnelliğin sonucudur dedik, demokrasinin meşruiyet sağlayıcı olma yönü ile birlikte değerlendirildiğinde, demokrasi teklikten ve sadelikten kurtulup çeşitleniyor. Fazla uzatmadan, sosyalistler ile burjuvaların demokrasisi, birbirini tutmuyor. Demokrasi ile birlikte hemen akla gelen özgürlükler örneğin, baktığınız yere ve zamana göre, değişebiliyor. Kamulaştırma, burjuva demokrasilerinde ağza dahi alınamazken, işçi demokrasisinde, temel bir uygulama olarak geçiyor. Sonuç olarak, tüm bunlar, biz sosyalistleri, demokrasiyi, herhangi bir siyasi lafız olarak kullanmaktan men ediyor. Ve bundan da anlaşılacağı üzere, yazımızın özünü de, bu tez teşkil ediyor.

    “Soru” şu: Sosyalistler, günlük ve yaygın anlamıyla, demokrat olmak zorunda mıdır?

    Yukarıdaki üç paragraftan da anlaşılacağı üzere, çok “derin” ve “büyük” ideolojik referanslar ile değil, “basit” söylemlerle ilerliyoruz. Aynı şekilde, “soru”muza vereceğimiz cevaplar da bu yönde olacak. Örneğin, “soru”muz bizi, ülkemizde devrimci örgütlerin devrim programlarını bile tartışmaya götürebilir. Ancak, işimiz bu değil, bunun belki, sadece kenarından geçebiliriz.

    “Soru”yu bize sorduran şey, yani merakımızın kaynağı, solumuzun güncel-politik yönelimleri, taktikleri, söylemleri; ülkemizin, her kesimi ilgilendiren sorunları, tartışmaları karşısındaki tavır ve tahlilleri.

    Mülkiyet, örgütlenme, gösteri, protesto, eleştiri hakları, ana dilde eğitim mevzuu, ifade, eylem, düşünce özgürlüğü, meşruti temsiliyet, seçme ve seçilme vb. birçok başlığın altına yazılabileceği demokrasi için, çok kaba bir bakış ve bunun kimi eksiklikler de taşıyabileceği kabulü ile, tarihimizde üç kez ya da üç dönem, önemli mücadeleler verildiğini söyleyebiliriz. Birinci olarak, Genç Osmanlılar ve Jön Türkler’in, halkın temsilinin sağlanacağı bir Meclis kavgası, ikincisi, tek parti döneminin sonlanması için, liberaller ve komünistlerce yürütülen çalışmalar, üçüncü ve son, 12 Eylül’den sonraki otuz yılda, hepsi farklı, bazen de aynı dönemlerde olmak kaydıyla, solcu, sağcı, dinci kesimlerin, askeri vesayet olarak adlandırdıkları yönetim biçimini tasfiye için yapılanlar.

    Sosyalistlerimizin, yaptıkları veya en azından son elli yıldır süren davaları elbette farklıdır, bu, gözümüzde, doğal olarak başka bir yerdedir; ancak en geneli ile, bizce, sıraladığımız dönemler ve özneler itibari ile, en ilerici olanı, Padişah’ın yetkilerini kısıtlayacak bir parlamento savaşı ve bunun savaşçılarıdır. Tanzimat ve Meşrutiyet aydınları, Batılı olmaya özendikleri, halklarına yabancılaştıkları tezi ile, her daim, pek çoklarınca eleştirilir; ancak, bu pek çoklarının bilmedikleri, görmek istemedikleri şey, solcu aydınların dışında, zaten ülkemizde emekçi halkın tam içinden, hiçbir zaman, “gerçek anlamı ile” aydın çıkmadığıdır. Bu, aydınların veya emekçi, köylü halkımızın suçu falan da değil, burada anlatmak uzun sürer, Osmanlı devlet ve toplum düzeninin politik ve entelektüel alandaki sonucudur. Devletin yetiştirdiği, halka mecburen uzak, Avrupa’da eğitim alan bu aydınların; “Osmanlı milleti” için “isyan”a kalkışması dahi, tarihimizin en önemlilerindendir. Ayrıca, hem kaleme hem de kılıca sahip, yani bugün en çok ihtiyacımız olan insan tipine de, tekrarlıyorum, sosyalist aydınlardan sonra, en yakın kuşak, onlarınkidir.

    Bu söylediklerim, onlara bir güzelleme, tabii ki değil, derdimiz tarihsel bir tespit yapabilmek; olabildiğince de nesnel bir tespit. Modernleşme tarihimizin başlatıcısı ve Batı’dakiler ile kıyasladığımızda, bizim burjuva devrimcilerimiz diyebileceğimiz bu aydınların dünya algısı, pek doğal olarak, çok da özgün değildi. Osmanlı’nın, neden sürekli geriliyor ve yeniliyor olduğunu, onlar, gayet iyi analiz etmişler; ancak, çözüme, yani dirilişe, Batı’da yaşananları aynen tekrarlayarak ulaşılacağını düşünerek, çıkışı olmayan bir yola girmişlerdi. Fakat bu, onların suçu değildi, yineliyorum. Çıkışı olmayan yol zira, o gün için tek yoldu.

    Buna dair de, Tevfik Çavdar’ın şu satırlarını buraya almak gerekli: “‘Yeni Osmanlılar’ ve ‘Jön Türk’ eylemlerinde odak noktalarını bulan özgürlükçü hareket, kapitalistleşmeyi, özlemini duydukları burjuva demokratik kurumların, özgürlüklerin, kısaca bugün parlamenter dediğimiz yönetim biçiminin temeli, bilimsel bir deyimle, altyapısı olduğu için istemiştir. 19. yüzyılın koşulları ve o günün Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde bulunduğu durum göz önünde tutulursa, bundan daha doğal ve tutarlı bir tavır da olamaz.” (Türkiye’de Liberalizm [1860- 1990], İmge Kitabevi Yayınları, 1992, Sf. 53)

    Demokrasi talepli çıkışların yoğunlaştığı ikinci döneme, 1940’lı yılların ortalarına, geliyoruz. 2. Paylaşım Savaşı’nın devam ettiği süre zarfında, Türkiye, savaşa fiilen girmese de, faşist Almanya’ya sempati duyan idarecilere sahipti. Tek parti iktidarı da, bu vesile ile daha da faşizanlaşıyordu ve hem CHP içinde hem dışında, sessiz ve derin bir muhalefet oluşuyordu. 27 Mayıs sonrasında kadar, hep yeraltında kalmış komünistler, işte bu dönemde, kendilerine bir çıkış olanağı bulduklarını düşündüler. Bu derin muhalefetin bir parçası olmak istediler. Kötü niyet taşımıyorlardı elbet. Siyasetin, en geneli ile, iyi ve kötü niyetlerle yapılmadığı ise muhakkak. Yaşananlara kısaca değinir ve onları özetlersek, söyleyebileceklerimiz, kısaca ve fakat önemlidir.

    CHP içindeki muhalifler, yeni bir parti kurmaya hazırlanıyorlar, bu minvalde, gizli toplantılar düzenliyorlardı. Söylemeye gerek yok, onlara göre, bu parti, demokrat sıfatını hak eden bir “kitle partisi” olacaktı. Sertel ailesine ise, bu işte, yayıncılık görevi düşmüştü. Tan gazetesi, bu misyonu üstlenemeyeceği için, yeni bir dergi çıkarılmasına karar verildi: Görüşler. Sabiha Sertel, dergide yazacaklarına dair, Halide Edip Adıvar, Behice Boran, Aziz Nesin, Sabahattin Ali, Niyazi Berkes, Pertev Boratav gibi birçok aydından söz almıştı. Celal Bayar, Adnan Menderes ve Fuat Köprülü de dergiye makale göndereceklerini belirtmişlerdi. Bu nedenle derginin kapağına, Bayar, Köprülü ve Menderes’in de aralarında bulunduğu yazar kadrosunun fotoğrafları, isimleri basıl
    mıştı. Ancak, adı geçen vekiller, yoğunluklarını bahane göstererek birinci sayıya yazı vermediler. (Kasım 1945)

    Görüşler‘in ilk sayısı, çıktığı gün tükendi. Derginin bu başarısı, yanıtsız kalmadı. Görüşler‘in G’sinin orağa benzetildiği iddiası ortalığı karıştırdı. Gözler, vekillere çevrildi, Bayar, Köprülü ve Menderes, dergi ile hiçbir ilgilerinin bulunmadığını, kendilerinin Kemalist olduklarını söylediler. Sonrasındaki olaylar malum, Tan matbaasının basılması vs. (Aralık 1945)

    Sosyalistler, liberallerle, demokrasi için bir araya gelmişler; fakat, ilk zorlukta terk edilmişlerdi. Buna rağmen, bu soyut demokrasi istemleri, dergi dostluğunun daha ötesine de taşındı. Anlattığımız olayları takiben yapılan seçimlerde, (Temmuz 1946), sonradan Türkiye İşçi Partisi’nin önderi olacak Mehmet Ali Aybar, Refik Koraltan ve Hulusi Köymen’in teklifleri ile, Bursa’dan, Demokrat Parti listesinden, üçüncü sıradan aday gösterildi, kazanamadı. (Bkz: Soner Yalçın, DP’nin kuruluşunda sosyalistler de vardı!, Hürriyet, 27.5.2007)

    1950’de, Demokrat Parti’nin, tek başına iktidar oluşunun ardından, dönemin sosyalistlerin, ne denli “mutlu” olduklarını; ancak, birkaç yıl içinde, kazın ayağının ne türlü olduğunu anlayıp nedamet getirdiklerini anlatmaya ise gerek yok. Fakat, konumuz dâhilinde, hem o yılları hem de genel olarak tüm süreçleri, teorik olarak özetleyen şu alıntıyı yapmakta fayda var: “… Demokrasi-bağımsızlık-sosyalizm üçgenini, burjuvazi, karşıtı olduğu sınıftan daha önce gördü. En azından Türkiye’de. Bunda Türkiye burjuvazisinin, Türkiye işçi sınıfına göre, daha yüksek politik deneyime sahip olmasının rolü var… Açılması gerekli: Bunu görmek ve bunun bir kimyasal bileşim olduğunu sezmek de bir anlama sahip. Bu anlam şu: Üç mücadele ve üç mücadelenin sahipleri, mücahitleri, birbirinden ayrılamıyor. Daha açıkçası, sosyalist mücadeleye adımını atmamış bir demokrat mücahit mümkün olmuyor. Bu yüzden bu üçünün bileşiminde belirleyici olan, sosyalist platform ve perspektif oluyor. Sosyalist platform olmayınca, demokrat alan son derece daralıyor. Bu yüzden, burjuvazi, demokrat alanı, bir ‘bataklık’ gibi geniş tutabilmek için, bir yandan sosyalist örgütlenmeyi bastırmaya, diğer yandan da, sosyalistlerin demokratlarla ilişki kurmasına set çekmeye büyük özen gösteriyor. Bir anlamda dram da buradan çıkıyor. Sosyalistler, bu senaryoyu kabul edip, sürekli demokrat bir giysi ve kuşkusuz demokrat bir ideoloji ile çıkmaya çabalıyorlar. Sosyalist mücadeleye oto-sansür koyuyorlar.” (Yalçın Küçük, Türkiye Üzerine Tezler, 2. Cilt, Salyangoz Yayınları, Mayıs 2007, Sf. 233, 234)

    Geliyoruz, solumuzun, 12 Eylül sonrasındaki demokrasi algısına. Baştan söylemem gerekirse, en acı ve mantıksız durumların var olduğu dönem de, işte bu otuz yıllık dönem. Burada, yukarıdaki gibi taktiksel bir hata, yanlış adım falan da söz konusu değil; solumuz, bu süreçte ne söylediyse, bilerek ve isteyerek söyledi. Bu söylediklerini, büyük bir çaba ile, teorize de etti. Ve gelinen noktada, pek çok sol yapıda görüldüğü gibi, demokrasi, devrimden önceye alındı, her icraatta, yazıda en sık kullanılan sözcük haline geldi. Buna sebep nedir?.. Türkiye ve dünya üzerinde, sol mücadelenin gerilemesi, yenilmesi, darbeler alması etkendir, pratikteki etkendir. Teorik düzlemde ise, bu yenilgilerin yarattığı kafa karışıklığı, özgüvensizlik, yanlış okumalar, kolaycılık, tahrifatçılık söz konusudur. Örneklerle, buna tekrar döneceğiz.

    Adını, pek çok yazımızda andığımız, yazdıklarını, söylediklerini, çeşitli yer ve zamanlarda, ayrıntılı olduğunu düşündüğümüz makalelerle eleştirdiğimiz bir yazar, aslına bakılırsa, Türkiye solunun demokrasiye bakışını da bize sunuyor. Adını bu kez anmamıza gerek olmadığını düşündüğüm yazarımız, özetle şöyle diyor her kitabında: Türkiye Cumhuriyeti, 1923’te, gerçekten bir devrimle kurulan, Avrupa tipi bir ulus-devlet değildir. TC, Osmanlı’nın, sadece kabuk değiştirmiş halidir, özünde, biz, yedi yüz senedir, din ve ticaret üzerinde şekillenen, daha doğrusu, bunları kendi çıkarı için kullanan bir avuç yöneticinin, modern dönemde diktatörün idaresindeyiz. Bu süreçte yaşanan her şey biçimsel. Kanuni ile Mustafa Kemal, Talat Paşa ile Tayyip Erdoğan arasında hiçbir fark yoktur. Batılılaşma hareketlerinin, İkinci Meşrutiyet’in, Cumhuriyet’in, çok partili seçim sisteminin, askeri faşist darbelerin asla kopmaz bir sürekliliği ve niteliksel benzerliği vardır…

    Şimdi bu bakış açısı ile “görülebilecek” tek şey şudur: Bu ülkede, zerrece demokrasi yoktur, buna sebep de, tarihimiz boyunca, statükocu, ceberut devlet örgütü ve yöneticileridir. Bunlara vurulacak her “darbe” ilericidir ve demokrasiyle ilişkilidir.

    Bu, kısa bir anlatı oldu; ancak ne ile “sorunumuz olduğu”, sanıyorum anlaşıldı.

    Solumuzun büyük bölümünün benimsediği bu görüşün devamı da var elbette. Ülkemizin, yukarıdaki gibi politik nitelikleri olduğunu düşünenler ve bunu savunanların, vardıkları yer şurası oluyor: Sabah, Türkiye’de demokrasi yoktur, demek; öğlen, Türkiye’nin en önemli sorunu, Kürt sorunudur, demek; akşam, bunlara sebep de askeri vesayettir, demek. Peki ya şunlar önemsiz midir, demokrasi alanının daralması, sosyalist hareketimizin güçsüzlüğü ile ne kadar ilgilidir; askeri vesayet diye, sınıfsal ilişkilerden bağımsız, özgün bir politik tür olabilir mi; Kürt sorununun çözümü demokrasinin gelişmesinde ise, yani biz bu kadar geri bir ülkede yaşıyorsak, devrimcilik yapmamızın bir anlamı var mıdır? Hayır, bunlar önemsiz sorular değildir; ancak kimse bunlarla ilgilenmiyor. Bu, bir nevi, yukarıdaki bir alıntıda söylendiği gibi, görevden kaçmaya çıkıyor.

    Güncel bir örnek, Akın Birdal, geçen günkü Devrimci Karargâh duruşmasında yaşananlarla ilgili olarak, şöyle diyor: “Magna Carta’dan 800 yıl sonra hala savunma hakkının olmadığı bir ülkede yaşamaktan utanç duyuyorum.” Kişisel bir nedenle değil, eleştirdiklerimi tam anlamıyla özetleyen bir söylem olduğu için alıntılıyorum bunu. Ve soruyorum, Türkiye’deki demokrasi, “Magna Carta” ile mi sınanır? Türkiye gerçekten sekiz yüz yıl geriden mi gelmektedir? 1808’de imzalanan ve Osmanlı tarihinde önemli bir yeri olan ve demokratların ve demokrat solcularımızın pek sevdiği İdris Küçükömer’in “Magna Carta” ya benzettiği “Sened- i İttifak”, hiçbir anlam ifade etmemekte midir? Biliyoruz ki, onlar için, etmemektedir.

    Bu, yani demokrasi meselesini tam anlamıyla analiz edememek, işin bir yanıdır. Diğer yanı ise, demokrasinin gelişim seyrini, doğru okuyamamaktır. Burjuva demokrasisi, ya da sadece demokrasi, tam da budur zaten; karşıtı olanlara ifade hakkı tanımamak, onlara politik alan açmamak, mevcut alanları daraltmak, kapatmak, işçileri sömürmek, emekçileri süründürmek vs. Denilebilir ki, Avrupa, demokrasinin beşiği ve orada bunlar yok, varsa da daha az. Doğrudur diyelim; fakat, bunu tartışmak kadar abes bir şey olamaz. Bilmiyor muyuz, bu toprakların yaşadığı kapitalistleşmenin de demokratikleşmenin de gecikmiş ve yamalı olduğunu? Örnek önümüzde duruyor, “Magna Carta” 1215, Sened-i İttifak 1808! Aradaki altı yüz, az bir zaman mı?

    Eski TCK 141. madde neydi; “Sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü tesis etmeye veya sosyal bir sınıfı ortadan kaldırmaya veya memleket içinde müesses iktisadi veya sosyal temel nizamlardan herhangi birini devirmek veya devlet siyasi ve hukuki nizamlarını topyekûn yok etmek için her ne suretle olursa olsun propaganda yapan kimse…” Bu maddeden kimler yargıla
    nıyordu; komünistler. Sebep; proletaryanın burjuvazi üzerinde hâkimiyet kurmasını savunmak. Peki, bu zaman da o zaman da, proletarya üzerinde egemenlik kuran burjuvazinin unsurları, patronlar, bu maddeden neden ceza almadılar?.. Gayet güzel, söylediklerimizin özeti budur; anlamak isteyene, daha fazla söze gerek yoktur.

    Tabii, tam burada, “ileri demokrasi” meselesine dair de bir iki şey söyleyelim. AKP’nin son dönem iyice artan baskılarına karşı, solcularımız, belki de bir refleksle, hani “ileri demokrasi” olacaktı, bu nasıl iş, sizi yalancı AKP’liler sizi, diyorlar! Yukarıda anlattıklarımızı tekrarlamaya gerek yok, fakat eklemeliyim ki, “ileri demokrasi”, burjuva demokrasisinin, en gelişmiş halidir, bunu çok açık söyleyebiliyoruz.

    Konumuzla ilgili olarak, Metin Çulhaoğlu’nun, 8 Ekim 2010 tarihli, BirGün‘de yayınlanan yazısından bir alıntı ile, burada anlattığımız zaafa, fetişizme dair ne yapılabilir, söylemiş olalım: “Kuşkusuz, ‘demokrasi’ kavramının solun lügatinden büsbütün silinmesi önerilmiyor. Önerilen, yalnızca şunun bilinmesi ve bellenmesidir: Sol, liberal demokrasinin içine girip bu demokrasinin sınırlarını içeriden dışa doğru ittirerek yol alamaz; almaya kalkarsa aksesuar olur, ilânihaye ‘yetmez ama evet’ demek zorunda kalır. Yapılması gereken ise şudur: Sol, verili demokrasi anlayışı üzerinden yürümek yerine, bugünkü düzene ilişkin temel eleştirilerini, kendi önerdiği toplum düzenini ve Türkiye vizyonunu ortaya koymalı, demokrasiyi, kendi demokrasi anlayışını da buradan türetmelidir.”

    Hâsılı, başlarken sorduğumuz “soru”ya “cevap” şu: Devrimciler, yaygın ve sıradanlaşmış anlamı ile, demokrat olmak zorunda değildir! Bizim demokrasi anlayışımız, sosyalist yönetim modeline ve buna ulaşmak için verdiğimiz mücadele esnasında yaşadığımız sorunları nasıl aşacağımıza dair yol gösteren meşruiyetlere dairdir. Bu da, söylediğimiz üzere, devrimciliğin bir parçasıdır, ona dâhildir. Yani, devrimciler, başka bir şey değil, her daim devrimci olmak zorundadır!
    2011

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

*