Home » GÜNDEM » Hatay izlenimleri

Hatay izlenimleri

Nisan ayı başı. Depremin üzerinden neredeyse 2 ay geçmek üzere. Bir türlü rahat bir zamana denk getirip deprem bölgesine gidemediğim için rahatsızlık duyuyordum.

Umut sen den hukukçu arkadaşlarla whatsap grubundan ve diğer bazı gruplardan ve de facebook, twitter gibi hesaplardan sürekli olan biteni öğrenmek mümkün tabii. Ama bizzat görmüş olmanın yaratacağı imgelemin farklı olacağı kesin.

Bölgede çalışma yürüten hukukçu arkadaşlarla bir nöbet değişimi bağlamında önce Malatya’ya gitmeyi kararlaştırdık. Her ne kadar benim için Hatay’a gitmek ayrı bir önem taşıyor olsa da deprem bölgesinin neresi olduğunun bir önemi yoktu. Ne var ki ben aldığımı düşündüğüm uçak bileti ile gerçekte aldığım biletin farklı olduğunu ancak çekin sırasında öğrendiğim için uçağı kaçırdım ve Malatya’ya gidemedim. Bir gün önceki uçağa bilet almışım da fark etmemişim. Ertesi gün Hatay’a gitmek için otobüs bileti aldım.

Nelerle karşılaşacağımı biliyordum da bilmiyordum. Yıkımları görüntülerden biliyordum da, canlı gözlerle görmenin bende neler yaratacağını merak ediyordum. Otobüs Hatay’a girer girmez henüz Erzin ‘de sağlı sollu otobüsten her yeri taramaya başladım. Bildiğim İskenderun dahil, Amanos dağlarının bu tarafında yıkım tahmin ettiğim kadar veya tv veya medya hesaplarında var olan videolardaki kadar olmadığı görülüyordu. Fakat otobüs İskenderun otogardan çıkıp kent merkezinden geçerken, merkezdeki yıkımlardan bunun az buz bir yıkım olmadığı anlaşıldı. Hele hele Belen çıkışında yer alan binaların tamamen yıkılanı az olmakla birlikte hemen hemen tümü az ya da çok hasar görmüştü. Belen ise sağlam kalmıştı. Belen Amanos dağlarının yüksek bir yerinde olduğu için çok az yıkım ve hasar vardı.

Büyük bir yıkımın görüntülerini göreceğimi hissediyordum. Bunun heyecanı olur muydu, değil belki ama Antakya merkeze doğru yol aldıkça çok garip duygular kapladı içimi.

Serinyol’da epey çadırkent ve koyteynır kent kurulmuş görünüyor. Hepsinin etrafı çevrili ve giriş çıkışlar kontrollü yapılıyor gibi görünüyor. Kente yaklaştıkça özellikle solda yol kenarında yer alan binalar nedeniyle görünmeyen Amik ovası, şimdi o binaların yıkılmasıyla görünmeye başlanmış. Kente yaklaştıkça araç trafiğinde de dikkat çeken bir artış başlıyor. Kent girişinde adına neden yerli bir isim konulmadığını hala düşündüğüm Honda kavşağı tam bir keşmekeş halinde. Otogara doğru ilerliyoruz. Sağlı sollu yeni yapılaştığını bildiğim binaların bir kısmının yıkıldığı görülüyor. Burası kentin en yeni binalarının olduğu yerler. Burada bu binalar yıkılmadıysa dahi, otururabilecek durumda olmaktan uzakta    ise, depremin kent merkezinde yarattığı yıkımı tahmin etmek zor değil.

Zar zor otogara giriyoruz. Her zamanki yoğunluğundan da fazla bir araç yoğunluğuyla karşılaşıyoruz. İnsanları da görmek mümkün.

Birkaç gün öncesinde HBB nin hesaplarında şehir içi toplu ulaşımın yeniden fakat tek bir hat üzerinden başladığını ve Serinyol’dan Çekmece köprüsünden içeri girip, Uğur Mumcu Bulvarından Kentin merkezine doğru giden bir hat olduğunu okumuştum. Oradan binip gideceğim ama acıktım. Oralarda zaten pek yoktu ama şimdi derme çatma mika naylonlardan onlarca kebapçı yol kenarında açmış. Değişik renklerden hasarlı binalardan kurtarılan sandelye ve masalardan oluşturulduğu anlaşılan bu küçük küçük onlarca kebapçıdan birinde yemek yemeği göze alamadım önce. Su yok. Sıhhi en temel yöntemlerin kullanılamadığı bir durumda kebap yemek istemedim. Ama hem acıktım hem de en azından birileriyle iletişim kurma ihtiyacından birine oturdum. Karnımı doyurdum. Meslekten kebapçı olmadıkları, muhtemelen hani ne yapalım, başka yerlere gidemediysek, boş oturmayalım, para da kazanmış olalım duygusuyla pek çok kebapçı kurulduğunu öğreniyorum. Uzun süre oturacak mekanlar değildi. Durağa gidip otobüs beklemeye başladım. Üç saniyeden birinde bir hafriyat kamyonu geçiyor. O üç saniyenin birinde de ya polis ya jandarma arabası geçiyor. Geri kalan bir saniyesinde ise sivil araç ya geçiyor ya geçmiyor. Durakta iki genç bekliyor. Onlar da benim gibi şehir dışından otobüsle gelmiş görünüyorlar. Sırt çantaları hayli büyük. Dayanamayıp bir yerlerden sohbet başlatıyorum. Samandağ’lıymış, devlete, hükümete verip veriştiriyorlar. Bir tanesi Samsun’da askermiş. Terhisini geciktirmişler. Kendisi bir an evvel Hatay’a gitmek istemiş ama nedense depremin o ilk günlerinde terhisini ertelemişler. Oradan başlıyor zaten verip veriştirmeye. Abi diyor biz biliyoruz, komutanlar bize de diyorlardı, hiç yardım yapılmıyor diye. Sohbet uzuyor, ne kendi bekledikleri özel araç ne de otobüs gelmiyor bir türlü. Sonunda her geçen polis veya asker arabasına sitem edip duruyoruz; depremin ilk günlerinde neredeydiniz?

Yaklaşık 1 saat bekledikten sonra otobüs gelmedi. Ama onların akrabalarından birileri onları almaya geldi nihayet. Abi seni de bırakalım dediler. Sağolsunlar. Beni de bıraktılar Çekmece köprüsüne.

Oradan yaklaşık 20 -25 dakikalık kente doğru bir yürüyüşüm olacak. Köprüden sonra kente doğru giden Çekmece cadddesi sağlı sollu her bina ya ağır ya orta hasarlı görünüyor. Kaldırımdan yürükmek mümkün değil. Yoldan ise yürümek daha da tehlikeli. Vızır vızır hafriyat yıkıntı atığı kamyonları gidip geliyor. Öyle de dikkatsizler ki, önlerinde biri varsa frene basmıyorlar. Frene basmayı bilmiyorlar sanki. Ne olsa, önlerinden kaçacağını düşünüp, pervasızca hareket ediyorlar. Büyük risk. Nitekim ertesi gün yine aynı yerden yürürken, bir kazaya denk gelmiştim.

Belediye ek binası yıkılmış, okul ayakta. Ama caddenin ilerledikçe sağlı sollu , eski yeni tüm binaları oturulamaz haldeydi. Buraları çocukluğumun bir kısmının geçtiği yerler. Bu caddede cadde üstünde dahi bina sayısı tek tük idi, tek ve en fazla iki katlıydı. Yakın zamanda da bir inşa furyası başlamıştı. Binalar 6 kata çıktı. Bu caddeden yürümenin imkansız olduğu yerler vardı. Ara sokaklardan benim hala eski futbol sahası olarak bildiğim iç taraflara yöneldim. Burada da yeni binalar var. Arada boş arsalar vardı hala. Bazı binaların yıkımları devam ediyor. Su sıkmadan, hiçbir tedbir almadan, ortalığı toza dumana katarak yıkımlar yapılıyordu. Neyse ki öngörerek maske almıştım. Tabii in cin top oynuyor. Polis ve askerin dışında tek tük insan var. Esnaf tümüyle kapalı. Açık bir market, kahve veya başka bir işyeri açık değil. Terk edilmiş bir kent gibi görünüyor. Cehennem bu olsa gerek diye düşündüm. Tam da ailemin oturduğu eve gelmeden önceki Abdullah Cömert parkına geldim. Park kirli olarak kalmış ama normalde gece gündüz hayli kalabalık olan parkta kimseler yok. Yanında bir tane özel tim asker bekliyor. Arabada iki askerden birinin uyuduğunu görüyorum. Diğerine selam verip soruyorum, hiç wc bulamadım, var mı diye soruyorum. Burada yok, biz de şu binanın duvarına dediği babamların evlerinin duvarını işaret ederek orada yapıyoruz diyor. Orası babamların zaten ben de gidip orada tuvaletimi yapayım o halde diyorum. Asker büyük bir samimiyetle abi geçmiş olsun diyor. Duygulanıyorum. Beklemiyordum doğrusu.

Zaten 4-5 binanın olduğu sokağımızın başındaki sarı 6 katlı bina yerle yeksan olmuş. İnanılmaz bir koku yayılıyor etrafa. Kardeşlerim elleriyle iki kişiyi ilk gün buradan çıkardıklarını, günlerce diğerlerinin seslerini duya duya alet edavat olmadığı ve bir türlü gelmediği için pek çok kişinin ölmüş olduğunu söylemişlerdi. Korkunç bir durum gerçekten. Sokakta babamların evi tüm itirazlarımız sonrasında defalarca gelip incelemelerine rağmen hafif hasarlı çıktı. Sevinelim mi üzülelim mi bilemiyorum. Arka duvarlar patlamıştı. Onları birkaç gün önce kardeşim yeniden ördürmüştü. Ama bina sağlam görünüyor gerçekten. Hey gidi babam! daha 1998 yılında yeni c25 çimentolar yeni çıkmışken ondan kullanmış. Yanımızdaki ablamın binası çökmemiş ama orta hasarlı yazmışlar. Telefonda tespite gelen mühendise sormuş öğrenmiştim, Ali bey, sizin babanız iyi çimento kullanmış, inanın kolonlarda bir şey yok. Ben olsam otururum diyor. Ama enişteniz c20 kullanmış. Bakın resimleri attım size, orada da demirler görünüyor demişti. Eğilmiş. Mukavemeti kırılmış, beton kalitesi zayıf, içinde çakıllar var falan diyor. Sağlam olanına da olmayanına da üzülüyorum. Tam karşımızda yeni yapılan 6 katlı bir bina vardı. Doğrusu manzaramızı bozduğu için kızmıştık. Sağlam kalmış. Sokağı dönüp Çekmece caddesinin diğer taraflarına bakıyorum. Cadde üzerinde 4 binadan biri tam yıkılmış. Hepsi ağır hasarlı görünüyor. Artık mühendisten binanın hasar derecesini tespit edebiliyordum. Cadde boyunca sağlam bina yok görünüyor. Ortaokulu okuduğum yere geliyorum.

Korkunç bir toz bulutu var. Çok ekip var çalışan. Tozun az geldiği Esentepe’ye yöneliyorum. Orası Antakya merkezin en yüksek yeri sayılır. Zeminin sağlam olduğunu düşünmek için bir neden olarak gördüğüm için bunu öyle düşünüyorum. Ama buranın binalarına özel bir izinle 6 kattan da yüksek binalar dikilmesi izni verilmişti. Bu nedenle Esentepelileri diğer yerlere göre kayırıyorlar diye düşünmüştüm. Tüm binalar oturulamaz halde ağır hasarlı görünüyor.

Tepeden Antakya merkeze ve ardındaki Habibi Neccar dağına bakıyorum. Buradan çok güzel görünürdü, şimdi daha net görünüyor. Antakya merkez büyük oranda yıkılmış. Şehir bir moloz tarlası gibi ve arada da tek tük ağaç niyetine bina ayakta görünüyor. Habibi Neccar dağı her zamanki heybetinden daha heybetli. Öyle net ki,, bu antik dağa hayran olmamak mümkün değil. Eteklerindeki evler bir ya da iki katlı. Sanki çoğu kalmış gibi.

M.Ö sinde Asi’nin kenarında kurulan ve kralınınn da nehrin oluşturduğu ada içindeki surlu küçük adada kaldığı dönemde yaklaşık 100 lü yıllarda büyük bir deprem yaşanmış. O zaman şehir yerle bir olmuş. Ardından Roma İmparatoru Hadrianus olabilir, şehrin Habibi Neccar dağının eteklerine kurulması emrini vermiş. Gerçi birkaç yüz yıl sonra o şehir de yıkılmış ve 300.bin kişinin öldüğü kayıtlara geçmiş.

Ardından tek bir binanın bile Asinin bu tarafında olmadığı, tüm kentin Asi nin öbür tarafında Habibi Neccar dağının eteklerinde olduğu zamanlarda 1810 lu yıllarda deprem bir kez daha yıkıyor kenti.

Yazılı kayıtlara göre 3 büyük deprem ve hepsi de kenti yerle bir etmiş. Öyle görünüyor ki, Asi nehri de büyük fayın kırığından akıyor. Bu kırık ta Kızıldeniz den başlıyor. Zaten Asi de Ürdün’e yakın Filistinin küçük bir kolunun, Lübnandaki büyük kolu ile birleşmesinden meydana geliyor. Büyük yarık oradan net anlaşılıyor. Olan deprem en az Bu 4.sü diye düşünüyorum. Değil tabii. Ama yazılı kayıtlara göre öyle. Neden? neden buna rağmen ısrarla insanlar buralara yerleşiyor diye acı ile düşünüyorum.

Eskiden sokaklarında gece ya da gündüz hiç fark etmeksizin dolaşmaktan büyük zevk aldığım Antakaya’nın sokaklarında artık gezmek bir işkenceye dönüştü. Ama gidecek pek yer de yok. Yüzlerle ifade edilebilecek yakınımdan sadece ve sadece bir amcam kaldı kentte. Onu da iki katlı evinden kimse çıkartamadı. Yavaş yavaş oraya doğru yol alıyorum. Kimse yok. Yanındaki parkta oyalanıyorum. Parkta 3-5 çadır kurulmuş. Yol yorgunluğundan bankın bir ucunu sırt çantamı koyduktan sonra başımı da koyup gözlerimi dinlendiriyorum.

Amcamlar gelince normalde uzak akrabalar arasında böylesine hasret çekmezdik hiç. Ama öyle şeyler atlatılmış ki, büyük bir sevinçle sarılıyoruz birbirimize. Onlar anlatıyorlar ben dinliyorum.

Ertesi gün basından bulundukları yerde halka yardım yapan Halkevlerinin çıkartıldığını duymuştum. Yine de oraya, Sevgi Parkına gideyim dedim. Ne de olsa hangi siyasi çevre olsa muhtemelen oralardadır diye düşündüm. Uğur Mumcu bulvarından ve meydanından Sümerler’e doğru ilerliyorum.

Babam inşaatçı olduğu ve ben de onun yanında lise ve üniversite ilk yıllarının yaz aylarında sık sık inşaatlarda çalıştığım için biliyorum ki, bu kentte inşaat ruhsatlarının tümü 4 katlı verilirdi. Bu kattan fazlası kesinlikle yasaktı. Fakat ne olduysa 2000 li yıllardan sonra önce ana caddelerde 6 kata çıkardılar. Yetmedi ana caddelerde bitişik nizama izin verildi. Hatta daha ileri gidilerek Sadullah Ergin’in bakanlığı döneminde bazılarına 8 kat imar izni de verilmişti. İşte ana bulvarlarda gördüklerim, bu revizyon sonrasında bitişik nizam ve 6 katlı binaların neredeyse tümünün ağır hasarlı ve oturulamaz olmalarıdır.

Asi’nin kenarında bulunan bir türbenin bahçesinde TTB SES ve diğer kitle örgütlerinin pankartlarını gördüm. Ama siyaset görmeyince köprüyü geçerek Sevgi Parkına geldim. Parkta kimseler yok. Erken Sabah saatleri diye mi acaba. Parkın bir ucundan bir ucunu gidip geldim ama kimse yok. Pakta bulunan tek tük çadırlarda da sanki kimse yok. Çadırlardan bir tanesinden kütüphane olduğuna dair yazı var ama içinde kimse yok. Oradan yolun diğer tarafına geçiyorum. Nehrin kenarında bulunan bir çay bahçesi vardı. Oraya bakayım diyorum. Orada bir hareketlilik gözüme çarpınca içeri girdim. 7-10 kişi bir şeyler konuşuyor. Kitabın ortasından konuşmaya başlıyorum, siz kimsiniz diyorum, ben yaşlarda birisi biz TİP liyiz diyor. Ha iyi ben de siyasetlerden kim olsa onları arıyorum dedim. Kendim hakkında kısa bir bilgi verdikten sonra, arkadaş da, eyleme gidiyoruz gelir misiniz deyince elbette gelirim dedim. Eylem ise, bir gün önce enkaz atıkları molozların Samandağ’da döküm yeri yapılan yere gidilecek ve açıklama yapılacak. Tamam dedim. İletişim için bir kişi ile irtibatlandırıldıktan sonra iki küçük araç ile bir açık kasasına ne kadar insan sığarsa bir pikapla gidiyoruz.

Samandağı biliyorum. Doğduğum yer. Daha 5 yaşında bile değilken anne babamdan izinsiz, köyün taksisi ile her gün iki üç kez Antakya’ya gidip geliyordum. Yolun tüm hallerini biliyorum. Son halini ise deprem vermiş tabi. Bir yerbilimci değilim ama okulda coğrafyam iyiydi. Hatta öğretmene ben coğrafya öğretecek kadar da iyiydi. Bu nedenle kayaçların yapısından bir takım sonuçlar üretebiliyordum. Yol boyunca Samandağ ve Antakya nın kayalık yerlerine bakıyorum. Tümü eski yumuşak kilden oluşma, o kilin sıkışması ile biraz katılaşmış. Ama sağlam değil. Tıpkı bir pasta gibi düşünüyorum. Unun bir kalıpla sıkıştırılmasından sağlam olmayan bir şekil alması gibi tüm Antakya ve Samandağ toprağı en ufak bir sarsıntıda dağılırdı. Geçen sene kuzenlerimden biri bir arsasına sondaj yapmış, 25 metrede tuzlu su çıktı diye hayretle bahsediyordu. Bu nedenle gerçekten sağlam yapı yapılabilmek için en az 30 metre inmek gerekir herhalde. Ya da sonradan Naci Görür ün dediği gibi, Antakya da Diyarbakır’a kadar, esasen bina yapılacak zemin yok. Korkunç bir durum tabi.

Antakya belki de dünyada ve tarihte ilk toplu yerleşimin olduğu yer. İnsanlar bunu tarihte tabii ki yanlış seçmiş olabilirler. Ama neolitik çağ bu topraklarda başlamış, tarım burada başlamış. Bu nedenle ilk toplu yerleşimler burada kurulmuş, Roma imparatorluğu döneminde koca dünya imparatorluğunun en büyük 3.kentiymiş. Evet bu kadar köklü bir yerleşimin şimdi yanlış bir zeminde olduğunu düşünmek ve binyılların birikmiş ortak bir mekan kültürünün bir anda yok olma düşüncesi; muhtemelen ilk cehennem düşüncesinin ortaya çıktığı bu coğrafyada cehennemi yaşadığımızı düşünmeye itiyor beni. Dante nin kitabındaki cehennem cennet ve arafı anlatır ve betimlerken, bize bu coğrafyada anlatılanlarla ne derece benzer olduğu aklıma geliyor. Bir cehennemi yaşadığımız konusunda zihnimi kurtaramıyorum. Acaba bu kil kayalardan tabletler de kesip buralara yazı da yazmışlar mıdır? antik Antakya’yı kazsak bunları bulur muyuz. Şu tarlaların altında saklı tarihi çıkarmalıyız diye düşünüyorum.

Köyüm adında bir şiirim vardı ilk kitabımda o aklıma geliyor. Köyümün yol ayrımından biraz daha ileride Uzunbağ köyüne geliyoruz. Yolda inip karşıya köy yerleşiminin olduğu yere doğru yolun karşısına geçiyoruz. Bekleyişteyiz. Uzun sürünce dayanamayıp sordum, köylüleri bekliyormuşuz eylem için. Birkaç kadın geldi. Bu arada. Onlar eyleme gelenlere de sitem ediyorlar. Konuşuyoruz. Bir tanesi yer olarak Saint Simon Manastırını göstererek molozları buraya dökebilirler. Orası boş diyor. Ben de dayanamayıp, ama orası da benim köyümün çok yakını. Bence başka yerlere dökmeliler diyorum. Köylülerin de kafası karışık anlaşılan. Yer konusunda kimsenin bir fikri de yok görünüyor. Aradan bir saat kadar zaman geçiyor. Yeni katılımlarla biraz artıyoruz. Bu arada yeni gelenlerden dünkü eylemden gözaltına alınanlarla ilgili bilgi geliyor. Tüm göz altıları bir avukat takip ediyor. Arkadaşlara, hukukçu olduğumu gözaltı olursa bu açıdan da yardımcı olabileceğimi söyleyince epey seviniyorlar. Meğer grupta Muğla dan gelen bir avukat da varmış, tanışıyoruz. Ama mesleği pek yapmıyormuş.

Ekolojiden arkadaşlar bana gelip, validen ısrarla toplantı talep ettiklerini, bu gün kendileriyle toplantı yapılabileceği haberi gelmiş, görüşme heyetinde bir hukukçu da olsa iyi olurmuş, gelir miymişim? ne demek, gelmem mi!    devlete karşı öyle öfkeliyim ki, bir şekilde o öfkemi patlatmam lazım zaten. Arabalarına alıyorlar. Samandağ merkeze gidiyoruz. Bu arada tanışıyoruz. Birbirimizin düşüncelerini yokluyoruz. Yaklaşık olarak benzer şeyler düşünüyoruz.

Doğrusu Samandağ’lı olmama rağmen iyi bilmiyorum burayı. Birkaç defa turladıktan sonra ancak yeri bulabiliyoruz. Sağlık ocağı olarak kullanılan İki katlı bir binaya giriyoruz. Valinin bize randevu verdiğini söylediğimizde bizi yukarı kata toplantı salonuna alıyorlar. Bekliyoruz. Ben doğrusu toplantının yapılacağından şüphe duyuyorum. Bekleyiş sürdükçe diğer arkadaşlar da bu şüpheyi duymaya başlıyorlar. Ama işte vali olduğu söylenen bir kişi ile yanında sakalları uzamış iki kişi geliyorlar. Önce inanmıyorum. Kendisine vali denilse dahi tıpkı icra müdürlüğünde müdür yardımcılarına da müdür dediğimiz gibi, vali yardımcısı olabilecek bu kişiye vali demek inandırıcı gelmiyor. Kendimizi tanıtmamız isteniyor. Arkadaşlar tanıtıyorlar. Ben de şu karşıdaki dağın arkasındaki köyden olduğumu ama İstanbul’da yaşadığımı ve hukukçu olduğumu ve henüz yeni grupla ilişkilendiğimi söylüyorum. Karşıda gerçekten kendini ilin 4 koordinatör valisinden bir olan ve adını daha önce basından da duymuş olduğum vali kısaca kendisiyle ilgili bir şeyle söylüyor. Ardından yanındaki uzamış sakallları olan ve her halinden Karadenizli olduğunu düşündüğüm kişinin de Çevre Mühendisi ile diğer kişinin İskenderun Belediyesinde kentsel dönüşümden sorumlu kişi olduğunu söyledi.

Ben o bekleyiş sürecinde Çevre Kanunun özellikle giriş kısmındaki bölümleri not almıştım. Halk katılımı olmadan çevreyi etkileyecek kararlar alınamayacağını söylemekle başlarım diye düşünürken öğreniyorum ki, grupta birlikte olduğumuz arkadaşlar valinin bu yönlü taleplerine rağmen molozların dökülmesi için uygun bir yer bulma ve bunu valiye haber verme işini gerçekleştirmemişler. Ayrıca belirlenen tüm yerlerin ya HBB ya da Samandağ Belediyesinin belirlemiş olduğunu öğreniyorum. Samandağ belediye başkanının bu yönlü bir olurunun olduğunu duymuş ve Samandağ’da öğretmenlik yapan kardeşimden nedinini sormuşluğum vardı. O da bana başkan uzun süredir sahil kısmında yaptığı parkı şu an molozların döküldüğü yere doğru genişletmeyi düşünüyormuş ama orası kuş cenneti mileyhiya denilen yer olduğu için bunu yapamıyormuş da şimdi bunu yapma konusunda fırsat bulduğunu düşünüğü için önermiş, demişti.

Doğrusu şaşkındım. İnanmakta zorluk yaşıyordum. Kendine bir protokol saygı ve davranış da istemeyen, söylediklerinde samimi olduğundan da şüphelerimin yavaş yavaş dağıldığı vali sıradan bir halk insanı görünüyor ve daha uygun yer bulunursa kesinlikle değerlendireceklerini söylüyordu. Tek açığı kendisine binaların bir an evvel yıkılması ile molozların dökülmesi konusunda bir talimat gelmiş olması ve bunu uygulaması. Ama her halde inanmayacak olsak dahi, şu an öncelikle sorunun halkın barınması ve iaşesi olduğunu biz düşünüyor olsak ve doğrusu bu olmasına rağmen, biz eğer uygun bir yer önerir isek, molozların oralara döküleceği yönünde kuvvetli bir his uyandı bende. Aleyhe pek çok fikir ve duygu ben de de ve grubun diğer üyelerinde benden daha da fazla olduğu için ben de bu konuda bu minvalde konuşamıyordum. En nihayetinde kendisine ve devlete güvenmediğimizi, bunun çok nedenini olduğunu söylemek bana kaldı. Her zamanki sert konuşmam sonrasında ben inançlı adamım deyip toplantıyı bitirdiğini söyleyince kalktık.

Bir kısım arkadaş zaten erkenden gitmek ve zamanlarının kalmadığını söylüyordu. Onları hemen uğurladık. Kalan iki mühendis arkadaşla geri dönerken, valinin söyleminin inandırıcı olmadığında hemfikir oluyoruz ama ben soruyorum; peki valinin molozları daha uygun bir yer gösterilirse oraya dökülebileceği yönünde bir öneri sunulursa sorun kısmen çözülür müydü? işte oradaki arkadaşlar Hatay ı da bilmedikleri, ve ekolojist çevrecilerin ve sair aktivistlerin böyle önerilerde bulunmasının uygun olmadığını bunu dron helikopter ve sair araçlara sahip devletin yapması gerektiğini söylüyorlar. Ben de bir öneri geliştirilebileceğini, burayı bilen yerel mühendislerin bu konuda çalışmaları gerektiğini söyleyince, kentte depremden sonra TMMOB de çalışan mühendis, mimar ve sair kimsenin de kalmamış olduğunu, çevre sorunuyla ilgili fikir yürüten bura mühendislerin de esasen diğer şehirlerden bu işe destek verdiklerini öğreniyorum.

Durum; eğer uygun bir öneri sunulursa kısmen çözülür gibi göründüğü için kafam birkaç gün buna yoğunlaştı. Bir öneri geliştirdim ve döndükten sonra nedenleriyle birlikte bunu orada kalan arkadaşlara ve diğer illerde olmalarına rağmen konu ile ilgili dava açan avukat arkadaşlara da ve konuya duyarlı birkaç gazeteci arkadaşa da ilettim.

Toplu taşıma yok. Batıayaz yol ayırımında bir süre otostop çektim. Sağolsunlar Samandağ’dan otogara giden bir grup beni arabalarına aldırlar. Araba eşya ile de dolu. Sohbet ede ede, deprem anıları ile sonrasına dair sohbetlerle ben gideceğim yere vardım. Tam da bir gün önce otogardan inip yürümüş olduğum yolu yine yürüyecektim. Bir gün önce olmayan bir iki kebapçı da yol kenarında açmış. Saat 17.00 ve öğlen bir şey yemediğim için hemen bir dürüm siparişi verdim.

Oturup yemek yenebilecek yer değildi. Yolda yürürken dürümü de yemiş oldum.

Ertesi gün sabah depremle uyandık. Bugün kenti gezebildiğim kadar gezmeyi ve de öğleden sonra kent merkezinde yapılması düşünülen zincir eylemine katıldıktan sonra duruma göre otobüse binim İstanbul’a gitmeyi planladım.

Yine aynı rotadan Sevgi Parkına yöneliyorum. Sabahın erken saatleri. Aradığım pek çok arkadaştan hala şehirde bulunmaya devam eden ve çarşıda esnaf olup da yeni koyteyner çarşıda yeni yer edinmiş arkadaşla görüşmeyi düşünüyorum.

Asi nehri her zamanki gibi akıyor. Değişen biz miyiz Asi mi? her ikimiz de değişiyoruz sanıyorum. Ama bir yandan da nelere nelere tanık olmuştur diye düşünüyorum bu nehir ve bu dağ kimbilir. Arada yağmur atıştırıyor. Arada hızlanıyor da. Arada duygulanıp ağlıyorum. Arada gücümü toplayıp evet bu kent yeniden daha güçlü bir şeklide ayağa kaldırmak gerekir diye düşünüyorum. Sevgi Parkında kimseyi göremeyince ve de o yeni konteyner çarşı henüz açmayınca büyük parka doğru yöneldim. Parkın tamamını polis ve asker işgal etmiş durumda. Acaba aktivistler, siyasetler, kitleler burayı işgal etmesin diye mi diye düşünüyorum. Ya da en güzel çadırları kendilerine mi ayrıdırlar. Parkın yollarını da kesmişler. Benim gibi sırt çantalı birini durdurup durduramayacaklarını tartmaya çalışıyorum. Bazılarına selam verip geçiş var mı diye sora sora ilerliyorum. Onlar da aslında yasak ama haydi siz geçiverin diyorlar. Parkın bildiğim ve her sene değişik aylarda ama özellikle kış aylarında oturmaktan çok keyif aldığım Yeşitpe çay bahçesi yıkılmış. Metruk. Hemen yanında Harf Yılmaz kitapevi. Acaba Yılmaz ı da arayayım mı diye düşünüyorum. Fiziksel engelli bir arkadaş. Ve ülkede ilk sakatlar derneğinin kurucularındandır. 1992 yılında sakat olan kim ki şiarıyla dernekleşmişlerdi. Onunla iletişim kurmuştum gelmeden önce. Bir iki hafta sonra ancak iyi olduğunu öğrenebilmiştim sosyal medyadan. Daha iki ay önce yeni tanıştığım 78 yaşındaki bir amca da yıkıntılar arasından çıktığını ve şoku atlattığını bildiriyordu mesengerden. Orada oturmuştuk. Cafe bir nevi kültür merkezi gibi, şairler yazarlar sanata ilgili olanlar buraya gelir oturur, yıkılmış. Metruk.

Yağmur şiddetlendikçe kendimi yıkılmamış çatının altına attım. Bir süre yağmurun dinmesini bekliyorum. Tam da burada bir masada oturup çay içerken Habibi Neccar dağını nasıl seyre daldığımı düşünüyorum. Buradan çok güzel görünür. Ama şimdi dağ eteğinden başlayarak Asi ye kadar yıkıntılardan başka bir şey yok. Antakya nın antik kısmı tamamen yıkılmış görünüyor. Acaba oraya gitmeme izin verilir mi veya izin verilse dahi ne derece güvenli olabilir, görünüşe bakılırsa çok yoğun hafriyat kamyonu var. Yine de Asi’nin kentin eski yerinden akan kıyısından kuzeye doğru yöneliyorum. Antik kente bakıyorum. Sağlam kalan yapı neredeyse yok. Merkezde yer alan tüm yapılar zaten tarihi yapı. Kiliseler, camiiler hanlar sokaların kendisi, hamamlar, tarihi valilik binası. Hepsi ama hepsi yok. Kendimi köklerinden koparılan bir ağaç gibi hissedip ürperiyorum. Koptum mu ben şimdi, tarihimden, geçmişimden, yani şimdi Antakya olmayacak mı, sokaklarında dolaşamayacak mıyım, tokmaklarıyla ünlü içi avlulu antik evlerinin olduğu gezmeye doyum olmayan sokaklar yok mu artık. Kendime nasıl bir geçmiş bulacağım şimdi? Geçmişi olmayanın geleceği de olur mu? Nasıl olur?

Bu duygularla dericilerin olduğu yere kadar gidiyorum. Eskiden yerinde tarihi Roma köprüsünün olduğu yeni köprü hariç diğer köprülerin ayaklarının dibindeki toprak hafif hafi kaymış, yol s çiziyor. Ana köprü de esasen iki taraftan çökmeye başlamış. Hafriyat kamyonlarından daha fazla dayanamayacak gibi ama buna dikkat edecek kimse yok şu an. Antik kentin tümünde öyle hummalı bir yıkım ve enkaz kaldırma faaliyeti var ki, bu acele nedir gerçekten. Ha bir de o taşları dahi anlamlı olan yıkıntılar nasıl öyle yalapşap alınıp götürülebilir. Kendimi kıyamet gününde hissediyorum. Kıyamet dedikleri de öyle bir şey olsa gerek. Enkaz tamamen kaldırılsa dağa kadar tüm antik kent tarlaya dönüşecek. Olabilir mi bu. Yani şimdi küçükken sanayi denilen ve sebze meyve halinin ve otogarın olduğu yerde amcamın her yaz çıraklık yaptığım berber dükkanının olduğu yerlerde mi gitti. O çıraklık yaptığım her gün, aldığım bahşişlerle hergün yediğim halka tatlının olduğu ve her akşam benim gibi işten yorgun argın evine dönen insanların bir soluk almak ve günü tatlıya bağlamak için tatlı yedikleri ve bunun için kuyruğun metrelerce uzadığı o dükkan yok malesef. O üniversiteye giderken otobüslerine bindiğim otogar, babamın çalışmak için Arabistan’a gittiği ve ağlayarak uğurladığımız otogar yok. O bir dönem simit sattığım sebze meyve hali yok. O tamirciliği de denediğim araba tamir dükkanları yok.   

Bu kent tipik bir küçük meta üretim merkeziydi. Herkes kendi capında bir şey üretip getirir ve şehrin bu tarafı upuzun bir çarşı. Herkes o üretimini getirir burada satar. Kimi zeytinini, kimi zeytinden yapılma tespihini, kimi yağını, kimi böreğini ve sair…akla gelecek her şey. Ama her şey. O çarşının başlangıç yeri dünyada ilk ışıklandırılan caddesi Kurtuluş caddesi. O caddeden ya çarşının içlerine doğru da gidilebilir ya da caddeden her iki tarafındaki her binası tarihi olan çarşının içlerine yönelinir. Yani şimdi Affan kahvesinde haytalı yiyemeyecek miyiz. Hala bir Hiristiyan din adamına ithaf edilmiş tek camii olan Habibi Neccar camiisi olmayacak mı? o camiinin yanındaki kilise ile çaprazında aynı panoramada yer alan Havra da mı yok. Küçükken de büyüyüp de devrimci olduktan sonra önünden geçmeye çekindiğimiz karakol binasının olmamasına üzülmedim ama yanındaki pek çok butik otel ile uzun çarşı da yok. Kendime gelince Asi nin öbür tarafına gitmeye karar verdim. Henüz lise 1 deyken platonik olarak aşık olduğum Ayla adlı kızın oturduğu ve önünde çok kez beklediğim bina ve onun gibi Atatürk caddesinin tüm binaları yıkılmış. Caddeden cumhuriyet mahallesine gitmekten vaz geçtim. Okuduğum liseye doğru gitmek daha da riskli gibi. Çünkü kamyonlar çok sık çalışıyorlar. Kentin ana Meydanına geliyorum. Meclis binası yıkılmış. Eskiden muhtemelen Fransızların istihbarat merkezi olarak da kullandıkları ve bu nedenle aynı meydanda bulunan belediye, meclis ve banka binalarından hayli büyük yaptıkları ptt binası büyük oranda hala ayakta.

Dayanamayıp pek çok polis ve askerin kamp kurduğu meydanda bir askere şunu söylüyorum: burada size şu an kim tehdit ki siz silahlı nöbet tutuyor ve devreye geziyorsunuz? cevap emir aldık oluyor sadece. Ama gerçekten kimseler yok iken, benim gibi kentiyle vedalaşmaya ve ancak arabayla gelip gezen az sayıdaki insan dışında kimseler yok ki. Hangi tehdit nedeniyle ki, bu uzun namlulu silahla bekleniyor anlamak mümkün değil.

Eyleme yarım saat var. Yine dönüp dönüp büyük parka geliyorum. Oturduğum yere bir kedi gelip garip ve ısrarlı bir şekilde bana bakıyor. Belli ki o da bir travma yaşamış. Kimselerin olmayışına, kimselerin ona yiyecek bir şeyler vermeyişine, bir alışkanlığın bu şekilde ortadan kalkışına şaşırıyor olsa gerek.

Şu öyle vakti aslında Saray caddesine yakın Toros Ocakbaşında kebap yemek iyi olurdu. Ne zaman Antakya’ya gitsem pek çok gün öğle yemeğini orada yer ve ardından tarihi künefecide de künefe yerdim. Saray caddesi şimdi tümüyle sağlı sollu yıkılmış görünüyor. Araçlar yoğun bir şekilde çalıştığına göre oraları görmek de hayli riskli. Ama şu yağmurlu saatlerde Saray caddesinde yürümenin ayrı bir tadı olurdu.

Neyse yavaş yavaş eylem yerine geçiyorum. Erken gitmişim. Olsun. Saati geldiği halde az kişiyiz. Demek ki Antakya’da kimse kalmamış gerçekten. Bir süre sonra bir otobüs dolusu Lösev li çocuk geliyor, onlar asbestli yıkımları ve gelişigüzel molozların dökülmesini çok güzel protesto ediyorlar. Biraz kalabalıklaşıyoruz. TİP milletvekili Barış Atay, bazı aday adayları da geliyor. Bir kaç avukat arkadaşı görüyorum. İstanbul’dan gelmişler benim gibi. Zincir oluşturuyoruz. Yarım saat sonra dağılıyoruz. Slogan atılmıyor. Alkış var sadece.

Eylemden sonra Sümerlere doğru yürüyorum. Sanırım zenginler mahallesi adıyla hiçbir yerde bir mahalle adı yoktur. Antakya’da vardır ama. Adı gerçekten zenginler mahallesidir. Ve adına da uygundur. Genelde zengin Ermeni, Rum veya Hristiyan veya Musevi cemaati mensupları ile zengin olan Türklerin de Arapların da yerleştiği bir mahalle. Nisbeten yıkım az. Sonra ortaokul ve lise yıllarında kütüphaneden ödünç aldığım kitabı bisikletimin selesine koyup, okuduğum parkın içinden geçiyorum. Ardından Asinin doğu tarafından ilerliyorum. Duvarlarda bolca yazılama var. Bazılarını okuyunca gözlerim doluyor.

Genelde Gebze, Kocaeli, Gölcük gibi yerlerden gelenlerin yazdıkları dikkatimi çekiyor. Ora belediyeleri genelde akp li olmalarına rağmen, duvarlara da yazdıkları gibi, depremi yaşayanlar olarak en iyi onlar anlıyorlar Antakyalıları. Nitekim iki ay kadar geçmiş olmasına rağmen görebildiğim kadarıyla hala kentte kalan ve çalışan, yemek çıkaran belediyeler arasında bunlar özellikle göze çarpıyor.

Çarşıda aktariye dükkanı olan ve şimdi dükkanı geçici konteyner çarşıya taşıyan arkadaşa gidiyorum. Herkes o günü anlatıyor ağlayarak. Devletin hiç ama hiç kurtarmaya gelmediğini söylüyor. Elleriyle kazmışlar. Uzun uzun sohbet ediyoruz. Başka arkadaşları da geliyor ve deprem üzerine başlayan sohbet kısa sürede seçimlere kayıyor artık. Ufaktan ufaktan ayrılıp kaldığın yere gidiyorum. Bu arada Emeğin Gücü’nden Mustafa’yı görünce o benden daha çok şaşırıyor. Birbirimize sarılıyoruz. Ülkenin iki farklı ucundan iki muhalif kişinin aynı yerde deprem kentinde karşılaşması ikimizi de duygulandırıyor. Yardıma gelmişler. Sağolsunlar. Şaşıran Mustafa’ya buralı olduğumu buralarda büyüdüğümüz şu evlerin yerinde eskiden dere kenarı çayırlık olduğunu, şimdi bu yapılan binaların yanlış yere de yapıldığı için de yıkılmış olduğunu, derenin şimdi gibi olmadığını, eskiden bu derede balık bile tutabildiğimizi, suyundan içebildiğimizi, şimdi ise pislikten akamadığını bir çırpıda anlatıyorum.

Uzun uzun sarıldıktan sonra İstanbul da görüşmek üzere ayrılıyoruz.   

   

Antakya’yı yeniden aynı şekilde inşa edebilir miyiz? Bence aynı şekilde inşa edemeyiz; ancak daha iyi inşa edebiliriz diye düşünüyorum.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

*