Tekirdağ F Tipinde kalan Ercan Akpınar’ın Hapishane’den yolladığı “Korona Notları”’nı paylaşmaya devam ediyoruz.
“Dudaklarımı kanatırcasına ısırıyorum günlerdir
Her sözcük dilimin ucunda küfre dönüyor çünkü
Bir gök gürlese bari diyorum, Bir sağanak patlasa
Bitse bu sessizlik,
Bu kirli yapışkanlık bitse”
Ahmet Telli
Ozanın “kirli yapışkanlık” olarak imgelediği günlerdeyiz yine. Toplumun büyük bir çoğunluğu bir “gök gürlemesi” bekliyor. Fatih, “gök gürlemeyince, yer gülmez” demişti. Fakat gök gürlemesi için de “yer” ile arasında bir elektriksel etkileşim olmalı. Birileri canını ortaya koyarak kirletilmiş ilişkileri temizlemeye çalışıyor. Ama bunun toplumsal bir karşılığı olmayınca, ya da kendisini pratikte ifade edemeyince vicdanlarda bir sızı olarak kalıyor sadece. Sistem-düzen tamamen çürümüş, pelteleşmiş halde, elinizi attığınız her yer yapış yapış gerçekten. Bu koşullarda üzerine basıp yükselebilinecek bir zemin de bulmak kolay değil. Sanırım yaşanan sıkıntıların temeli de bu. Ama bir şekilde çözülecek bu mesele de, öyle ya da böyle. Ahmet Telli biraz karamsar yaklaşmış konuya, yenik bir ruh hali var. İhtiyacımız olan bu değil ama. Yaşanan süreci kendi penceresinden aktarmış. “Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek” in son satırlarındaki iddia ve azim bugün tutunmamız gereken şey! Başka yolu yok zira.
22 Ağustos 2020, Cumartesi
“Müjde” (!)…
Çarşamba günü ortaya ‘az sonra’ etiketiyle bir “müjde” lafı atılmıştı bizzat Erdoğan tarafından. Algı ve gündem mühendisliği projesi olduğu besbelli olan bu “müjde” ye dair spekülasyonlarda iktidarın fişteklemesiyle zincirlerinden boşandı. İş “eksen” değiştirmeye, cari açığı kapatmaya hatta fazla vermeye, çağ açıp kapatmaya kadar vardırıldı. Dış güçlerin baskısıyla tutulduğumuz bu yörüngeden yerli ve milli imkanlarla kurtulup kendimize yeni bir eksen mi inşa edecektik; yoksa devasa büyüklükte bir enerji kaynağı bulup zenginler ligine mi taşınacaktık? İki gün boyunca gazeteler, tv.ler “uzman” görünümlü propagandacı cahillerin yazı ve sözleriyle doldu taştı. Konuşulanlar ulusalcı generallerin Ergenekon, Balyoz vd.tasfiye süreçleri başlamadan hemen önce ortaya attıkları Erke Dönergeci’ni hatırlattı bize. Herhangi bir maddi kaynak girişi olmadan sonsuz enerji üretilebileceğini iddia edebilen (!) bu zevatın sonu hatıralardadır. Ya tutarsa diye ortaya atılan saçmalıklar onların bir ilişki olarak yok oluş süreçlerinin bir işareti gibi görülmüştü. Bu günkü muadillerinin iddiası daha elle tutulur olsa da ortaya konulan şey ile iddialar arasındaki açı farkı benzer bir akıbetin oluşmaya başladığını da gösteriyor sanki…
Erdoğan’ın Cuma günü açıklayacağını söylediği ‘müjde’ yi borsa ve döviz kurları ‘acaba’ diyerek satın alır gibi yapıp soteye yattı. Nihayet dün Erdoğan açıkladı ki Karadeniz’de varlığı zaten bilinen 320 milyar metreküplük bir doğal gaz rezervi bulunmuş. Kesin rakamlar üzerinden konuşuluyormuş gibi yapılsa da söylenen her şey iddia ve varsayım düzeyindedir. Bunu da en iyi “piyasa yapıcıları” olan vurguncu spekülatörler bilirler! Erdoğan rezervin 320 milyar metreküp olduğunu ve daha yenice (rezervin ölçümünün gerektirdiği bilimsel süreçler ve araştırmalar tamamlanmadan) bulduklarını söyleyince döviz “müjde” haberi ile geri çekildiği soteden (MB’ nın “müjde” yi daha etkili kılabilmek için bir gün önce yaptığı piyasadaki Türk Lirası sıkıştırma kararına rağmen) çıkıp yükselişe, borsa ise düşüşe geçti. Dağın fare doğurduğu, Erke Dönergeci’nden hallice durumda olunduğu anlaşıldı! Enerji piyasaları için 320 milyar metreküplük bir rezerv (dünya da tanımlanmış toplam rezervin yüzde biri civarında) piyasadaki şu anki fiyatlamalar açısından “mütevazi” olarak değerlendirilebilecek düzeydedir. Zira Pandemi sürecinde yaşanan talep daralması ve arz fazlası doğal gaz fiyatlarını oldukça geriye çekmiştir.
Konunun uzmanları iddia edilen 320 milyar metreküplük rezervin kesin olmadığını tek kuyu ile sonuç almanın zor olduğunu, birkaç kuyu daha açıp jeofizik ve jeolojik araştırmaların yapılması gerektiğini, bunun da en az 6 ay gibi bir zaman alacağını söylüyorlar. AKP/Saray’ın bu süreçleri beklemeden yaptığı açıklama uzun süredir el attığı hiçbir konuda başarılı sonuç alamamasının getirdiği psikolojiyle açıklanabilir ancak. “Müjde” nin hedefinde Türkiye tekelci burjuvazisi ve emperyalist tekeller vardır. Hala onların çıkarlarına önderlik yapabileceğini anlatmaya çalışmaktadır. Sermayenin düşen kar oranları nedeniyle yaşadığı sıkışmayı enerji maliyetlerini düşürerek giderme çabasıdır. Her ulus hep söylediğimiz gibi iki ulustur. Çok özel koşullar hariç ulusları oluşturan ezen ve ezilen sınıfların çıkarları ortaklaşmaz. Birinden yana olan diğerine karşıttır. 83 milyona müjde vermek bu nedenle katıksız demagojidir. Doğal gaz rezervi kanıtlansa, çıkartılıp getirilse de bunun işçi ve emekçilere pozitif bir yansıması olmayacaktır! Faturaların kabarıklığının nedeni doğal gazın ithal edilmesi değildir tek başına. 2020’ de ithal edilen gazın birim maliyeti neredeyse yarı yarıya düşmesine rağmen halkın kullanımındaki gazın fiyatı düşmemektedir. Petrolün varil fiyatı bir ara 70 dolardan 15 dolara kadar düşmüştü ama benzin-motorin fiyatları o oranda düşmedi. Yani sorun “yerli ve millilik” değildir. Zaten bu bir aldatmacadır. Piyasa fiyatlarını belirleyen yerli yada yabancı fark etmez emperyalist tekellerdir. Orada başka, azami kar ilişkisi vardır ve karşısındaki tüketicinin milliyetiyle, diniyle, cinsiyetiyle, mezhebiyle, ideolojisiyle ilgilenmez. Sermayesinin azami karı neyi gerektiriyorsa onu yapar. Ayrıca TPAO’nun halka arz edileceğinin açıklanması da, kamu yararının gözetilmeyeceğinin, özel şirket gibi çalışacağının açık ilanıdır. Türkiye’de doğal gazın, elektriğin, benzin-motorinin, sigara ve alkolün ve telefon-iletişim ücretlerinin fiyatları düşmez. Çünkü burada oluşan faturanın büyük bölümü vergidir. Sigara ve benzinde neredeyse yüzde 70 civarındadır vergiler. Devletin gelirlerinin çoğunluğu buradan ve dolaylı vergilerden gelir. Tamamen askeri bir aygıta ve bürokrasi yoğunlaşmasına kesmiş bu devleti sübvanse etmek de ancak halka vergi salmakla olur. Yani sorun enerji kaynaklarına sahip olup olmamak değil, bunun nasıl ve hangi kesimlerin yararına kullanılacağıdır. İddia edilen pasta mütevazi de olsa onu paylaşacak olanlar bellidir ve muhtemel ki halka kırıntı bile düşmeyecektir.
320 milyar metreküp rezerv (Türkiye’nin 5-6 yıllık ihtiyacını karşılayabiliyor) kanıtlansa dahi enerji piyasaları içinde şu anki fiyat oluşumlarına bakıldığında yatırım yapmak için çok da rantabl gözükmüyor. Türkiye’nin açık-derin denizlerden bu rezervi çıkartıp taşıyacak bilgi, teknoloji ve kurumlaşması (hem kamu da, hem özel sektörde) yok! Emperyalist tekellerle işbirliğine zorunlu. (Yerli ve millilikle övünseler de araştırma gemilerinde çalışan uzman personelin büyük bölümünün ‘yabancı’ olduğu söyleniyor). Onlar da rasyonel, kar realizasyonu ölçümüyle yaklaşacaklardır konuya. Pek çekici gelmediği de, piyasalarda oluşan tepkiyle anlaşıldı. İktidar Nasreddin Hoca misali, acı acı gülen halkımıza “gördün peşin parayı gülersin tabi” demiş oldu böylece. Birkaç gün sonra muhtemel ki tamamen unutulacaktır.
“Türkiye için yeni bir millet” laflarıyla durgun gökte şimşekler çaktırmaya çalışan iktidar zevatının ve iliştirilmiş medya propagandacılarının nemlenmiş barutlarıyla bu işi fazla götüremeyecekleri, bir heyecan yaratamamalarıyla kısa sürede belli oldu. Toplumsal politik iklimde sorunların daha da artacağı beklentisi, iktidarın sorun çözme, yeni bir dönem başlatma potansiyeline de bir inancın kalmadığına da işaret ediyor. Medya yayınlarının da zoraki olduğu coşku ve heyecan seviyesinden anlaşılıyor zaten. Doğal kaynakların bölüşümünde derin bir adaletsizlik yaşandığı, AKP iktidarının bunu hiç olmadığı kadar ileri götürdüğü de toplumsal bir genel kabule ulaşmış anlaşılan. Bu durum iktidarın da malumu olmalı ki, şapkadan tavşan çıkarma atraksiyonları yapmaya kadar gerilemiş bir halde. Bu durum onun toplumsal-siyasal bir ilişki olarak politik ömrünü de tamamladığını gösteriyor.
Şunu da belirtmek gerek: Bir ülkenin doğal kaynaklar açısından zengin olması o ülke halklarının da zenginliği, eşit paylaşım yapıldığı anlamına gelmez. Rusya, Azerbaycan, İran, Irak, Cezayir, Mısır, Nijerya…petrol-gaz zenginleri. İktidar/Saray’ın ‘müjdeler olsun’ diye yeri göğü inlettiği bu rezerv bu ülkelerde bulunanların yanında devede kulaktır. Doğal kaynak zengini bu ülkelerin halkları ise yoksulluktan kırılmaktadır neredeyse! Kaynaklar sermayeye ve uluslararası enerji tekellerine akıtılmaktadır çünkü. Türkiye’deki doğal kaynakların kullanımıyla ilgili yasal mevzuatta devlet payı yüzde 12,5’dir. Yani sekizde birdir. Karadeniz’deki bu doğal gazın tamamı çıkarılsa dahi devletin payı 8 milyar dolar kadardır ancak. Buna da en erken 8-10 yıl sonra kavuşabilecektir. 2023 hayali bir yana, bu 8 milyarın paylaşımından sizce işçi ve emekçilere ne düşer? Her ulus iki ulustur. Burjuvazi ve proletarya; unutmayın!..
Türkiye tekelci burjuvazisine ve emperyalist mali oligarşik güç ve tekellere ve iç politikada kitle tabanına gaz vermek için düzenlenen bu seremoni beklenen etkiyi vermedi. Acı acı gülümsetti sadece. Şimdi sırada D. Akdeniz’ deki artık “değerli” mi “değersiz” mi olduğunu bilmediğimiz yalnızlığa karşı şoven milliyetçiliği kaşıyacak askeri-politik eylemler ve “milli birlik-çıkarlar, hepimiz aynı gemideyiz” demagojisinin yeni sürümlerine gaz vermek var!..
25 Ağustos 2020, Salı
D. Akdeniz’de devasa enerji kaynaklarının bulunmasının ardından büyük bir paylaşım kavgasının tetikleneceğini; bölgeye kıyı ülkelerdeki siyasal, toplumsal, ekonomik kargaşalığın artacağını, rejim krizlerinin derinleşeceğini öngörmüştük. Bölge güçleri arasında yeni ittifak ve ilişkilerin gelişeceğini, siyasal, politik, diplomatik ilişkilerin yeni bir çerçeve arayışına gireceğini fakat, jeopolitik-jeostratejik dengelerin kolay kolay sağlanamayacağını yazmıştık. Gelişmeler bizi doğrulamış görünüyor.
2008 ekonomik krizinin emperyalist kapitalizmin yapısal çürüme-yozlaşma eğilimini derinleştirerek uzun vadeli durgunluğa yol açması, küresel-bölgesel rejim ve hegemonya krizlerinin de baskısıyla uluslararası ilişkilerde yeniden paylaşım çabalarına dönük arayışları arttırmıştı. Koronavirüs sürecinin küresel emperyalist kapitalist ekonomileri çok daha derin krizlere (küresel ekonominin çift haneli daralma yaşayacağını söylüyor iktisatçılar) sevk etmesi, büyük sermaye kayıpları mali oligarşik tekelci güçler arasındaki rekabeti ve hegemonya mücadelelerini de kızıştırdı.
Emperyalistler arası hegemonya ve güç mücadelelerinde enerji kaynak ve yollarının kontrolü kilit önemdedir. Bu nedenle petrol-gaz zengini Ortadoğu coğrafyasında yoğunlaşan paylaşım mücadeleleri bölgedeki istikrarsızlığın, krizlerin, bölge halklarının yoksulluğunun temel nedenidir.
Bölgedeki işbirlikçi rejim ve burjuva kesimlerle doğal kaynakların yağmalanması, bölge işçi sınıflarının yokluk ve yoksunluk içinde dini, etnik, mezhepsel ayrımlar ve düşmanlıklara sevk edilmesiyle yürütüldü hep. Bugün de durum farklı değil. Libya’dan İran’a, Mağrip’ten Maşrık’a kadar olan yayda rejim krizleri, iç savaşlar vaha-i adiyeden sayılıyor artık! D. Akdeniz’deki yeni kaynakların bulunması ise bölgedeki bu kargaşalığın içine yeni güçleri (Türkiye, Kıbrıs, Yunanistan, Fransa… gibi) çekerek ateşi ve gerilimi yükseltmek dışında bir sonuç; hele de bölge halklarının yararına bir sonuç doğurmayacak. Emperyalist ve bölgesel güçlerin bu pastadan pay almak için kıyasıya girişeceği mücadele bölgedeki ezilen-sömürülen halkların kanı ve gözyaşına mal olacaktır yine.
Beyrut’ta patlayan devasa bomba-her ne kadar ‘kaza’ dense de- önümüzdeki kanlı sürecin, çatışmaların, savaşların ilk işaret fişeğidir. Onlarca yıllık iç savaşta yorulmuş, ekonomik krizle yoksulluğu daha da artmış, yozlaşmış politikacılar ve etnik-mezhepsel gericilerin yarattığı gerilimler nedeniyle istikrara hasret kalmış Beyrut halkına bu büyük acıyı yaşatanların daha büyük savaş ve çatışmalardan imtina etmeyecekleri de görülür. Sıcak deniz olarak tanımlanan Akdeniz’de önümüzdeki günler suların daha da ısınacağını göstermektedir. Tüm işaret ve gelişmeler bu yöndedir. Türkiye’nin Libya ve D. Akdeniz’de girdiği yeni politik-askeri hat suları ısıtan, bölgesel gerilimi arttıran temel eylem olmaktadır.
D. Akdeniz’de bölge ülkelerinin tamamını karşısına almayı başarmış Türkiye’deki siyasi iktidar bu yalnızlığını askeri gücünü devreye sokup, zayıf gördüğü ülkeleri ürkütüp, ittifakları dağıtarak giderme arayışında bu günlerde. Fakat tercih ettiği politikalar rakip bölge güçlerinin hiç olmadığı kadar bir araya gelmelerini, anlaşma üzerine anlaşma yaparak siyasi, askeri, ekonomik ilişkilerini güçlendirecek adımları tetiklemek dışında bir sonuç yaratmıyor. Bölge de önüne gelene omuz atıp, kendine yer kapmaya çalışması, kuyrukta bekleyenlerin önüne geçmeye uğraşan fütursuz kişileri hatırlatıyor. Böylesi durumlarda kuyruk ahalisinin nasıl hızla bir araya gelip kaynak yapmaya çalışanı en arkaya attıkları bilinir. Muhtemelen D. Akdeniz macerasında da böyle bir şey olacak. Bölgede Fransa, Yunanistan, Mısır, Kıbrıs Rum Kesimi anlaşmalar yoluyla birlikte hareket ederken İsrail, BAE, Suudi Arabistan’da bu ittifaka siyasi destek veriyor. Uzlaşmazlık keskinleşirse muhtemelen ekonomik ve askeri destekleri de gündemleşecektir. ABD ve Rusya ise net bir tavır almaktan daha önce süreci izleyip hakemlik yapmaya çalışıyorlar. Jeopolitik, jeostratejik ittifak ve hegemonya mücadelelerinin geleceğini de belirleyebilecek D. Akdeniz’deki enerji ve deniz yetki alanları paylaşımı mücadelesinde her bir emperyalist ve bölgesel güç kendi konumunu ve ağırlığını güçlendirmeye çalışırken her alanda proaktif bir mücadeleye giriyorlar.
Çok önceden paylaşımına girişilmiş D. Akdeniz’de Türkiye geriden gelmenin telaşıyla açığı kapatmak için agresif askeri-politik manevralara girişiyor. AB’nin hazırladığı D. Akdeniz’deki ekonomik-siyasi çıkar paylaşımını yansıtan Jevilla Haritası’nda kendisinin yok sayılmasını reddedip sıkıştırılmaya çalışıldığı alandan kendini kurtarmaya çalışıyor. Libya ile yaptığı deniz yetki alanları anlaşması ve bölgedeki arama ve sondaj çalışmaları bu nedenledir. İç savaştaki Libya’da taraflardan biriyle yapılan anlaşma hukuki ve siyasi açıdan uluslararası planda meşruiyetini yaratabilmiş değildir. Fiilen ikiye bölünmüş Libya’da anlaşmanın geçerli olduğu Libya kıyılarının kontrolü farklı bir grubun (Fransa, Mısır, BAE, Suud’dan ciddi destek alan Hafter güçlerinin) elindedir. Buradaki askeri durumu değiştirmek için Trablus merkezli hükümete güçlü siyasi-askeri destek ve önderlik yapan Türkiye Sirte-Cufra kıyısında durmak zorunda kalınca (Durduruldu demek daha doğru olur. İç savaşa yerel güçleri desteklemenin ötesine geçerek devlet gücüyle müdahale etmesi karşısında Hafter destekçisi ülkelerde aynı şekilde karşılık verip, El Vatiyye üssünde Türk ordusuna ait sistemleri imha edip silah göstermesiyle Trablus güçlerinin ilerleyişi zengin petrol bölgesi olan Sirte Cufra hattında durduruldu. Libya’da sıkışıp kalan, ileri gidemediği gibi geri adım da atamayan Türkiye ABD’den destek alma arayışına girse de, Suriye, S-400, F-35 gibi krizler nedeniyle bir şey elde edememiştir. Türkiye’nin karşısındaki güçler de sonuçta ABD emperyalizminin bölgesel işbirlikçileridir. Bu nedenle ateşkes çağrısı yapılmış ve çatışma soğumaya bırakılmıştır. Fakat çatışmanın nedeni ortadan kalkmadığı için taraflar açısından toparlanma, pozisyonlarını tahkim etme dışında bir sonuç vermeyecek olan bu ateşkes kendisini hazır hisseden taraf tarafından ilk fırsatta bozulacaktır.) yaptığı anlaşma da tehlikeye girdi.
Türkiye’nin son yıllarda bölgede yürüttüğü yayılmacı politikaları Osmanlı geçmişi olan Arap ülkeler neo Osmanlıcılık olarak okuyup tepkiyle karşılıyorlar. Özellikle Suudlar, BAE, Mısır. Ayrıca İsrail ve Akdeniz’e kıyı Avrupa ülkeleri de çıkarlarını riske eder. Türkiye’nin izlediği agresif-proaktif politikalardan rahatsızlar. Sık sık mülteci kartını kullanmak gibi şantaj siyaseti yapan Saray/Erdoğan iktidarı bu çekişmelerden bir şey kazanmasa da, “oyun bozma” kapasitesine sahip olduğunu göstererek masada kendisine bir sandalye edinmeye çalışmaktadır. İzlenen bu dış politik strateji onu yalnızlaştırmakta ve tecrit-sıkışmışlık oranı arttıkça da bölgedeki tansiyonu yükseltici adımlarını devam ettirmektedir. Navtex gerilimleri, bölgedeki karşıt ittifaklarla karşılıklı askeri tatbikat-it dalaşı gösterileri yalnızlığın, geri adım atamamanın dışa vurumlarıdır. AKP/Saray iktidarı bölgesel güç olma hülyalarıyla giriştiği dış politik maceralarını destekleyecek ekonomik, siyasi, diplomatik etki gücüne sahip olmadığı için dengeli hareket edememekte; eylemlerinin sonuçlarını, zamanlamaya, kademeli güç arttırımına dikkat etmediği için de öngörememektedir. Suriye’nin özel koşullarında kendisinden zayıf güçlere karşı, ABD ve Rusya arasındaki çelişkilere oynayarak kazandığı kimi başarılar onu Akdeniz’de cesaretlendirse de bu defa karşısında zayıf güçler olmadığı gibi birbirine karşı kullanacağı büyük güçler de yoktur!
Bugünlerde karşına aldığı Yunanistan’ı kendisinden zayıf görmenin getirdiği yanlış hesaplarla onu geriletmeye çalışması da sonuç vermemektedir. Türkiye tekelci burjuvazisinin yayılmacı heveslerinin Akdeniz’deki karşılığı olan “Mavi Vatan” savunucusu ulusalcı zevat ile Ayasofya ile fetih hülyalarına dalan neo-Osmanlıcı dinci gericiliğin el ele vermesiyle Saray/Erdoğan’ı cepheye sürme çalışmaları iç politikadaki karşıtlıklarının da suni olduğunu gösteriyor. Halen Yunanistan ile kapanmamış “ada” meseleleri olan bu iki siyasal çizgiyi politikalarında birleştiren Saray/Erdoğan Yunanistan’ı salt Yunanistan olarak görme yanlışına kapılıyor. Bölgede Fransa ve Mısır’ın tam desteğini almış, İsrail’le ikili anlaşmalarla güçlü ekonomik-siyasi ilişkiler kurmuş ( o İsrail’le Türkiye’nin siyasi ilişkileri yok seviyesindedir), Arapların, BAE ve Suud’un desteğini garanti gören, arkasında AB bulunan, olası bir çatışma durumunda ABD ve Rusya’nın açık olmasa da desteğini alacağına inanan bir Yunanistan vardır! Cüssesi küçük olsa da arkası kalabalıktır. Türkiye ise tamamen yalnızdır. Bölgedeki güçlerin – Katar dışında – tamamıyla papaz olmayı başarmış, ekonomik kriz içinde, Pandemi süreci kontrolden çıkmış, yönetememe krizi derinleşmiş, toplumsal-ulusal birliğini büyük oranda kaybetmiş, kutuplaşmış, devasa bir Kürt sorunu bulunan bir ülke durumundadır. İçerde faşist zorbalıkta sınır tanımayan, yargı-adalet sistemini çökertip keyfiyeti egemen hale getirmiş, demokratik hak ve özgürlükleri tehdit olarak gören, siyasal, kültürel, ideolojik, toplumsal dayatmalarla toplumun en az yarısının nefretini kazanmış bir iktidar vardır Türkiye’de. “Dış düşmanlar”, “milli birlik-beraberlik” gibi retoriklerin kendisinden uzaklaşmış bu kitleyi devletin arkasına dizemeyecektir. Neo-osmanlıcı, ihvancı, milliyetçi bir temelde yürütülen dış politika ile içerdeki İslamcı ideo-kültürel kodlarla hareket eden faşist baskı ikliminin bir bütünün iki parçası olduğu ve birbirini desteklediği açıkça görülmektedir zira. İçerdeki iktidarını sağlam temellere dayandırmak için dışarda giriştiği maceraların pek de iyi sonuçlanmayacağı da anlaşılır.
Türkiye’nin burjuva muhalefeti ise evlere şenliktir. Muhalefetini majestelerinin muhalefeti haline getiren, meşruiyet sınırını iktidarın belirlemesine itiraz etmeyen, sokaktan ve kitlelerin eyleminden korkan bir “muhalefet” vardır. Kendi ideolojik-kültürel, siyasal değerlerini bile savunamayan, Saray/Erdoğan karşısında sinik bir görüntü sergileyen bu muhalefet ekonomik krizin iktidarı düşüreceğini sanıp, seçimlere-sandığa işaret ede dursun iktidar seçimlerle de olsa gitmemenin hazırlıklarını tam gaz sürdürmekte; legal, illegal düzeyde kendisine bağlı milis örgütlenmelerine hız vermektedir. Saray’ın yarattığı ideolojik-kültürel-politik atmosferin yayılmasına karşı sesini yükseltip, itiraz edemeyen, yapay gündemlerin peşinde koşan, gündem yaratamayan bu burjuva muhalefet kurumları rejimin çürümüşlüğünün ve dinamizmini kaybettiğinin bir diğer göstergesidir.
Burjuva politikası için de verili tek gerçek muhalefetin de, politikanın da kitlelerle yapılanın makbul olmasıdır. Siyasi iktidarı teşhir edip, onun gerçek yüzü ve niyetlerini açık edebilmek için kitlelerin aktive edilmesi gerekir. Neoliberal burjuva demokrasisini savunsa da, özgürlük retoriği kullanan CHP merkezli burjuva muhalefet ise tipik sağcı bir çizgiye savrulmuş, kitlelere aman sokağa çıkmayın provokasyon olur diyerek tekelci burjuvazinin çıkarlarını savunmakta, işçi ve emekçileri siyasal alanın dışına itmektedir. Temsili demokrasiyi bugün Saray iktidarının uyguladığı biçimiyle (iktidar tüm yetki ben de istediğim gibi yönetirim, hesap da vermem) muhalefet de uygulamaktadır. Muhalefet yetkisi, temsili ben de siz karışmayın demektedir. Emekçi kitlelerin yaşamın her alanından dışlanmasının, politik alan üzerinde hiçbir söz ve etki hakkının olmamasını getiren yeni neoliberal anlayışın muhalefete de sirayet etmiş olmasındandır.
Fakat görünen çok açık bir şey vardır, o da şu: Bugün burjuva muhalefetin eylem ve tercihleriyle iktidara geri adım attırdığı tek bir konu yok iken, çeşitli düzeylerde tepkilerini ortaya koyan işçi sınıfı kıdem tazminatlarında; emekçi kadınlar yaygın eylemleriyle İstanbul Sözleşmesi konusunda iktidarı köşeye sıkıştırmayı başardılar. Yine sosyal medyadaki toplumsal sorunlara müdahale biçimleriyle birçok konuda iktidara geri adım attırabildiler. Çevre tahribatı konusunda bir çok yerde yerel halk, köylüler, sermayenin talanına karşı suyunu, toprağını, havasını savunup kazanımlar elde edebildiler. Kendi sorunlarına, kaderlerine sahip çıktıkça başarılı oldular. Yani kitleleri politik, ekonomik, toplumsal, ideo-kültürel mücadele alanlarından öteleyerek mücadele yürütülemez. Bu sadece devrimci muhalefet için böyle değildir, burjuva muhalefet de eğer iktidarı istiyorsa, kitlelere önderlik edebilmelidir. Tabi bu bedel ödemeyi göze alabilmelerine bağlıdır. Kendi gölgesinden korkup, iktidarın hışmından çekinenler halkın arkasına saklanıp mücadele yürüttüğünü sananların harcı değildir. Böylesi pasif, edilgen bir muhalefeti ayakta tutan iki şey vardır. Birincisi devrimci hareketlerin, sınıf mücadelesinin geriliği ve toplumda sürekli yaygınlaşıp, derinleşen AKP nefreti! Bu süreç ve politik iklimin iktidarı altın tepside kendisine getireceğine inanmaktadır. Yanıldığını görecektir muhakkak, ama çok geç olacaktır onun içinde. Şu Katolik papaz hikayeleri yeniden gündemleşebilir…
İktidarı ve muhalefetiyle çürümüş sistemin, düzenin işçi sınıfı, kent ve kır yoksullarının yaşam ve çalışma koşullarını kölecileştirdiği şu süreçte D.Akdeniz’deki kapitalist paylaşım mücadelelerinde savaş tamtamlarının çalınması, bölge halklarının esasta burjuvazinin çıkarları için ateşe atılmasından öte bir anlamı yoktur. Bölge işçi sınıfları proletarya enternasyonalizmini yükselterek milliyetçi-şoven kışkırtmalara, sermayenin çıkarları için birbirlerinin kanını dökmeye, emperyalist-kapitalist paylaşım savaşlarına hayır demelidir. Komünist, devrimci güçler, işçi sendikaları, dernekler savaşa karşı halkların mücadele kardeşliğini enternasyonal temelde yükseltmeli, savaş çığlıklarının sermayenin çıkarlarının ifadesi olduğunu yüksek sesle dillendirmelidir.
28 Ağustos 2020, Cuma
Koronavirüs Kontrolden Çıktı!..
1 Haziran itibariyle salgının bulaş eğrisi düşüşe geçti, Covid-19 kontrol altına alındı denilerek ekonomik-toplumsal yaşam normalleştirilmeye başlanmış ve Pandemiye karşı görev ve sorumluluklar tamamen halkın omuzlarına yıkılmıştı. Salgını kontrol altına aldıklarını, Türkiye’nin pandemi yönetiminin ve sağlık sisteminin ne kadar başarılı olduğunu anlat anlat bitiremeyenlerin “Cumhurbaşkanlığı’nın önderliğindeki ‘şeffaf’ Sağlık Bakanı” propagandalarının foyası daha iki ay geçmeden dökülmeye başlamıştı. Geldiğimiz noktada ise tüm bilim insanlarının ortak görüşü artık Türkiye’de salgının kontrolden çıktığı ve denetiminin kaybolduğu yönündedir. Bir çok ilde hastane kapasiteleri aşılmış, PCR test talepleri karşılanamaz hale gelmiştir. Her akşam açıklanan Turkuaz Tablo’ da ki verilen gerçek durumun ancak çok küçük bir parçasını yansıttığı ve hiçbir inandırıcılığı kalmadığı artık genel bir kabul haline gelmiştir.
Türkiye’de ve Dünya’da (istisnalar olsa da) emperyalist, kapitalist devletlerin “sürü bağışıklığı” denen, ölen ölür kalan sağlar bizimdir politikasına geçtikleri, kapitalist ekonominin dönmesi, sermaye sınıfının çıkarlarının ve düzeninin zarar görmemesine dair önlemlerin başa yazıldığı (G-20 Ekonomi Bakanları Toplantısı’nın ardından bizzat Berat Albayrak açıkladı ki, pandemide koşullar ne kadar ağırlaşırsa ağırlaşsın ekonomik-ticari faaliyetler durdurulmayacak!) bir dönemdeyiz artık. Aşı ve ilaç çalışmalarında spekülasyonlar dışında ciddi bir ilerlemenin olmadığı, rekabet halinde yürütülen, bir toplumsal krize dönüşmüş sağlık sorununu çözmekten çok, Pazar ve azami kar yarışına dönen aşı ve ilaç çalışmaları, kapitalist tekel ve devletlerin bu rant kavgasının bedelini dünya halkları her gün canlarıyla ödüyorlar. Virüs değil kapitalizm öldürüyor.
Salgının tüm Türkiye’de kontrolden çıkmasının ardından sağlık hizmetlerine erişimdeki sınıfsal ayrıcalıklarda gizlenemez noktaya geldi. Egemen sınıf ve siyasi iktidarın parçası olanların düzenli test yaptırdığı, korunaklı alanlarda, konforundan taviz vermeden yaşamlarını sürdürürken, işçi ve emekçilerin çalışma ve yaşam alanlarında sosyal mesafe de, hijyen koşulları da doğal olarak uygulanamıyor. Burjuvazi ve bir bütün olarak egemen sınıf çevreleri işçi sınıfı ile arasına mesafe koyar, zaten bir avuç asalak oldukları ve virüsün bulaş alanlarındaki zorunluluklardan da uzak durabildikleri için bir bütün olarak korunaklı durumdalar. Sabah, akşam TV. lerden “sorumsuz vatandaşların” hastalığı yaydığı propaganda edilir, sosyal mesafe, maske ve hijyen kurallarına uymadıkları söylenirken sanayi havzalarında, fabrikalarda, madenlerde, otellerde… çalışan işçi sınıflarına dayatılan üretim koşulları içinde sosyal mesafe ve temizlik önlemlerinin alınmaması elbetteki mevzu bahis edilmiyor. İşçi sevişlerinde, toplu taşıma araçlarında tıkış tıkış yolculuk yapılmasına karşı önlem almayanlar bu zorunlu yolculuğu yapmak durumunda olanlara ceza kesiyorlar!..
İşçi sınıflarına çalış, artı-değerini bırak, hijyen kurallarına uy, hastalanırsan mecbur kalmadıkça dillendirme (çünkü işsiz kalır, karantina sürecinde geçirdiğin her gün ücretinden düşürülür. Sadece işçiler de değil, doktorlar dahil tüm sağlık personeli işçiler için de Covid-19’a yakalandıklarında karantina süreci maaşlarından kesiliyor) deniliyor. Emekçilere dayatılan çalışma ve yaşam koşullarının sorumluluğu da yine onların üzerine yıkılıyor. Ne sermaye sınıfı, ne sermaye devleti sorumluluk almıyor. Onlar milliyetçi muhafazakar gündemlerinin peşinde Ayasofya’da fetih namazları kılıyor, Tatvan’da yokluk ve yoksunluğun tavan yaptığı bir dönemde Saray açıyorlar!!.. Emekçilerin yaşamlarından çalınan her şey sermayenin zenginliği, konforu, güvenliği, sağlığı olarak karşıt sınıfın saflarında birikiyor. İşçi sınıfı ve özellikle kent ve kır yoksulları, güvencesiz mülteci yaşamlar süren kitleler salgının ağır sonuçlarıyla yüzleşiyorlar. Virüs mü işsizlik mi daha tehlikeli sorusu karşısında, işsizliği seçip hastalık riskini göze alıyorlar. Toplumun ezici bir çoğunluğunun bu zorunluluklar dünyasına hapsedildiği yerde sermaye sınıfının iki yüzlü sahtekarları yine de salgının yayılmasında halkı suçluyorlar! Pandemi sürecinin tüm olumsuzluklarını, tıpkı ekonomik krizlerde hiçbir sorumlulukları olmasa da faturanın ödettirilmesinde olduğu gibi, salgının oluşmasında hiçbir katkıları olmasa, kapitalizmin azami üretim, azami kar gözü dönmüşlüğünün doğal yaşamı, çevreyi tahrip etmesi nedeniyle ortaya çıksa da sonuçlarıyla yüzleşmek, bedelini ödemek yine dünya işçi sınıflarına, yoksullarına düşüyor. Kapitalist sistemin sermaye düzeninden yansıyan toplumsal üretimin sonuçlarında işçi sınıfları için yokluk, azami çalışmanın getirdiği bezginlik, mutsuzluk, yozlaşma ve yabancılaşma, bilim-sanat ve kültürden mahrum kalma, insani değerleri yitirme, işsizlik tehdidinin yanına tedavisi olmayan hastalıklara yakalanma, acı çekerek ölme eklenirken; sermaye sınıfları, burjuvalar ise üretim ilişkilerinin lehine yazdığı tüm ayrıcalıkları yaşar, toplumsal emekçi sınıfların kaybettiği her şeyi kazanım olarak kendi hanesinde biriktirirken zenginliğin tüm biçimlerini, sağlık koşullarını da sağlayarak çatlayasıca tüketiyorlar. Bir yanda zenginlik ve ferah bir yaşam, diğer yanda yoksulluk ve kıyasıya bir hayatta kalma savaşımı, rekabeti yükseliyor!..
Covid-19 Pandemisi toplumsal sınıflar arasındaki çelişkileri hiç olmadığı kadar açık ederken, siyasal-ekonomik krizleri yönetme becerisini yitirmiş egemen siyasal güç, siyasal baskı ve zorunu arttırarak çelişkileri bastırmaya, işçi sınıflarının üzerindeki ekonomik sömürüsünü, ideolojik, politik, kültürel tüm biçimlerde de sürdürmeye çalışıyor. Ne olursa olsun ekonomi dönsün gerekçesini sermayenin çıkarları için değil sanki toplumun ihtiyaçlarıymış gibi sunuyor. İnsanların hayatını sürdürmek için çalışma zorunluluğunu, ücretli kölelik değilmiş gibi pazarlayarak emekçilerin çaresizliğini, örgütsüzlüğünü, mücadelede yaşadıkları dağınıklığı kendisi için fırsata çevirmeye çalışıyor. Pandemi koşulları işçi sınıflarının tüm eylem ve hak arama mücadelelerini bastırarak bir siyasal söyleme merkez gerekçe olurken, aynı Pandemi koşulları sağlıksız çalışma, üretim süreçlerinin denetimine, düzenlenmesine gerekçe olamıyor. Vestel’de, Arçelik’de, Dardanel’de ve daha birçok irili ufaklı fabrika ve iş yerinde Covid-19 vakalarına rağmen üretim hız kesmiyor. Yaşamsal hiçbir üretim yanı olmayan fabrikalarda dahi üretim salgın nedeniyle duramıyor. Her ne olursa olsun çalışma zorlanıyor ve biz 1800’lerin koşullarına işçi sınıflarının geri döndürüldüğü gerçeğiyle yüzleşiyoruz. 1848 devrimleri döneminde Fransa’da barikat başında burjuvaziye, onun sömürü düzenine karşı dövüşen işçi sınıfı bayraklarına şöyle yazmıştı: “Çalışmak için yaşamak değil, yaşamak için çalışmak istiyoruz!” o günlerde militan, Fransızca konuşan işçi sınıfı sermayeye bedel ödetir, kanıyla tarih yazarken, sosyal-siyasal-ekonomik kazanımlar elde etmesine bu slogandaki ideolojik, politik içeriğe hakkını vermesine borçluydu. Sınıf mücadelesi geri düşer, sermaye sınıfı, faşizm dahil tüm saldırgan siyasal biçimlerini kriz koşullarında dizginsiz uyguladığında fabrikalar, işyerleri birer çalışma kampına döner. Kapılarına şu ifade yazılır. “Çalışmak özgürleştirir!” Yalnız buradaki gizli özne ile fiil aynı sınıfı
düşer. Bugün Pandemi sürecinde MÜSİAD patronları “kapalı devre” çalışma saldırısını gündemleştirirken 1940’ların Nazileriyle aynı kafada olduklarını da itiraf etmiş oluyorlar. “Kapalı devre” toplama kamplarını hayata geçirdiklerinde emin olun kapısına “Çalışmak özgürleştirir” diye ışıklı neonlu tabelalar asmaktan da geri durmayacaklardır.
Bugün sermaye sınıfı, işçi sınıfında çalışmak için yaratılmış bir insan türü dışında bir şey görmüyor, onu herhangi bir üretim aleti derecesine indiriyor. Yıldız Savaşlarının “klon askerleri” gibi üretimi garanti altına alındığı için (yedek işçi orduları) ölümlerinden endişe duymuyorlar. “3 çocuk” propagandası ve Türkiye’nin genç nüfus profili, Pandemi sürecinin işçi kayıplarını telafi edecek düzeyin çok ilerisinde ve emekçilerin örgütlülük düzeyi de geriletildiği için sınıf içi rekabetin keskinliği sermayenin kendisini her anlamda güvende hissetmesini sağlıyor.
Emperyalist kapitalist tüm güçler Pandemi sürecine ekonomik durgunluk ve kar oranlarının düşme eğiliminin etkin olduğu bir dönemde yakalandılar. Kapitalist ekonominin büyüme eğilimi ve çabasının tıkandığı, sermayenin realizasyon krizinin derinleştiği bu süreçte, küresel-bölgesel rejim ve hegemonya krizlerinden bu süreçlerle etkileşim içinde küresel kurum ve ittifak sistemlerini de krizin içine çekmesi emperyalist kapitalist sistemin tarihsel sonuna işaret ediyor ve çürümenin yaygınlaşmasını doğuruyor. Her bir emperyalist, kapitalist gücün Pandemi sürecinde krizinin derin depresyona dönüşmesi eşzamanlı yaşanıyor. Pandeminin küresel ticareti, meta dolaşımını hiç olmadığı kadar (istatistikler küresel çapta ticaret ve üretimin yüzde 12 ile 30 arasında daralacağını söylüyor) daraltılması, kitlelerin tüketim davranışlarının tüm teşviklere rağmen eski haline dönmemesi sistemin krizini ekonomik boyut ve tahribatını gün gün arttırıyor. Bu koşullar, burjuvazi ile proletarya, emperyalizm ile bağımlı ülke ve işçi sınıfları arasında, emperyalist ve kapitalist güçlerin kendi aralarındaki uzlaşmaz çelişkileri derinleştiriyor. Daralan olanak ve kaynaklar ile faturanın büyüklüğü arasındaki devasa açıklık egemen sınıf ve güçler krizden en az zararla çıkmak için her türlü yola, rekabete, saldırgan eğilimlere açık hale getiriyor. Kapitalizmin yapısal çelişkileriyle ekonomik kriz ve Pandeminin iç içe geçmesi, küresel-bölgesel hegemonya ve rejim krizlerinin ittifak ve güç birliklerini dağıtıp yeniden kuruluma zorlaması Pandemi sürecini de rekabetin bir parçası haline getiriyor. Bu süreçten en az zararla çıkmak isteyen tüm güçler açık-örtük vahşi bir rekabet halinde, insanlığın ortak yaşamsal sorunu olması gereken Covid-19’a karşı küresel çapta kolektif bir bilimsel çaba ve güç birliğine ihtiyaç duyuluyorken, emperyalist tekel ve devletlerin soruna sadece rekabet, azami kar ve hegemonya krizinde mevzi kazanmak olarak yaklaştığını görüyoruz. Bu durum da hastalığın tedavisinin bulunmasını geciktirmekten öte bir işe yaramıyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) süreci yönetmesi, tüm çalışmaları koordine etmesi gerekirken rekabetten o da payına düşeni alıp, siyasal olarak etkisizleştiriliyor. Bir önceki güç ve egemenlik ilişkilerinin tüm kurumları gibi DSÖ’de bu krizden payına düşeni alıp, ülkeler arası rekabet ve çekişmenin bir alanı haline getirilip, işlevsizleştiriliyor. BM, AB, NATO vd. ekonomik, siyasi, askeri, küresel kurumlar gibi. Emperyalist kapitalizm tüm insanlığı Rosa Lüxemburg’un dediği gibi barbarlığa sürüklüyor.
Kapitalizmin yarattığı tüm sorun ve çelişkiler toplumsal uzamda insanlığın ve çevrenin yok olması pahasına derinleştirilir, çözüm olarak ise daha fazla üretim, yıkıcı rekabet zorlanırken işçi sınıflarının ekonomik ve siyasal olarak örgütsüz ve dağınık olması onun pervasızlığını da derinleştiriyor. Neoliberal politikaların yarattığı, derinleştirdiği tüm krizler daha fazla neoliberalizm saçmalığı ile giderilmeye çalışılıyor. Yönetilemeyen çelişkiler bu şekilde daha da derinleştirilip, yıkıcılaştırılıyor. Ya barbarlık, ya sosyalizm ikilemi de her geçen gün daha da netleşiyor.
Pandemi dahil yaşadığımız tüm yokluk ve yoksunluklar, insanın, doğanın tahribatı, kapitalist savaşlar, sağlıksız çevre, yaşam koşullarının temelinde özel mülkiyet düzeni vardır. O özel mülkiyet ve onun üzerinde yükselen sermaye düzeni Covid-19 aşı ve tedavini geciktiren temeldeki gerekçedir. Bilimsel çalışmaları özel mülkiyetin parçası yapan bu düzen, toplumsal sorunların çözümlerini de azami karın ve rekabetin parçası yapıyor. Birbirlerinin çalışmalarını sabote ediyor, itibarsızlaştırmaya (Rusya’nın “aşıyı bulduk” açıklamasının -doğru olup olmadığını bilmiyoruz- başına gelenlerde olduğu gibi) çalışıyorlar. Oysa toplumsal mülkiyetin geçerli olduğu üretim ve her türlü çalışmanın toplumsal insani ihtiyaçları merkeze aldığı sosyalizmde bu süreç yaşansaydı (muhtemelen böyle bir salgın hastalık, çevrenin ve doğal-vahşi yaşamın üzerinde kapitalistler gibi tepinilmeyeceği için hiç gündem olmayacak, olsa bile çıktığı çevrede hızla önleyici halk sağlığı müdahaleleri ile virüs izole edilip hastalık kontrol altına alınır ve tüm o süreç de karantinaya alınan kesimlerin bütün ihtiyaçları karşılanırdı) aşı ve ilaç tedavi süreçleri çok geçmeden ilerler ve sonuçlanırdı. Sistemin temel işleyiş itkisi azami kar ve egemenlik kurmak değil, ihtiyaçlarıyla birlikte insanın ve toplumun korunması olacağı için bu böyle olurdu. Kaynaklar kapitalist rekabetin yıkıcılığı için de heba edilmez insanlığın hizmetine sunulurdu. Onun için virüsün değil, kapitalizm ve onun güç ve egemenlik ilişki ve mücadelelerinin öldürdüğünü söylüyor; sosyalizmin ve sosyalist işçi demokrasisinin, onun düzeninin yaşatacağını iddia ediyoruz. Ya barbarlık, ya sosyalizm evet, bu nedenle günceldir!..
Ercan Akpınar
Tekirdağ 2 No.lu F Tipi Hapishanesi
C-92