Home » GÜNÜN İÇİNDEN » Göbeklitepe: Bir çağ dönümü toplumu

Göbeklitepe: Bir çağ dönümü toplumu

Urfa Göbeklitepe’de ortaya çıkarılan 12 bin yıl öncesine ait yapıtlar, dünyanın en önemli arkeolojik bulgularından biridir.

Göbeklitepe (Xerawreşk) höyüğü, üzerinde kabartma figürlerin bulunduğu bir taş parçasının bir Kürt köylüsünün sabanına takılmasıyla 12 yıl önce keşfedildi. Dünya çapında büyük yankı ve tatışmalar yaratan, düz dizgeci tarih anlayışını sarsan, eşitlikçi göçebe avcı-toplayıcı topluluklardan sınıflı yerleşik toplumlara geçişin başlangıç süreci üzerine yeni bilgi ve sorular ortaya çıkaran Göbeklitepe’deki arkeolojik kazılar, 10 yıldır sürüyor.

Göbeklitepe, 10 yıldır dünya çapında biri “best seller” olan çok sayıda kitaba, yüzlerce TV programı ve belgesele, binlerce makaleye, sayısız bilimsel inceleme ve araştırmaya, yanısıra ideolojik-felsefi tartışmalara konu oldu.

Türkiye’de ise arkeoloji ve antropoloji ile ilgili çok sınırlı bir kesim dışında yok sayıldı. Dünya çapında yankı yaratan Göbeklitepe, Türkiye’de neredeyse bilinmiyordu. Alman arkeolog Klaus Shmidt’in 2007′de Türkçeye çevrilen kitabının tanıtımı dahi yapılmamıştı. Çünkü devlet ve medya, bilinmesini istemiyordu. Neden, hiç kuşkusuz, Kürt halkına karşı inkar ve imha politikalarıydı. Kürdistan coğrafyasının tarihi-kültürel zenginlikleri de inkar ve yasak kapsamındaydı.

220px-Gobekli_Tepe_2
Göbeklitepe şimdi de mistik-gerici bir ses perdesi arkasına gömülmek isteniyor

Son aylarda ise burjuva medya Göbeklitepe haberlerinden geçilmiyor. Burnunun dibinde yükselen bu cilalı taş devri şahikasını, neden sonra duymayan ve herhalde merak etmeyen kalmadı. Göbeklitepe Türk ve Kürt burjuvazileri arasındaki neoliberal reformist uzlaşma sürecinin de bir nevi sembolü haline getirildi. Ve tabii, Kürdistan’ın tüm tarihsel, kültürel, doğal zenginlikleriyle birlikte piyasalaştırılmasının, karlı yatırımların! Bu kezki dertleri, ‘Göbeklitepe’yi nasıl milyon dolarlara çeviririz’di. Kapitalist hazine kültürü, kültür hazinesine el attı. Küresel tekelci turizm borsasında, tarihin ilk tapınağı olduğu ileri sürülen taş yerleşkenin 20 yıl sonrasına, Mısır piramitleri kadar değer biçildi. Göbeklitepe’yi sermayeleştirmenin koşulları da bellidir: Tarihin magazinleştirilmesi ve mistifiye edilmesi! Henüz yüzde 2′si kazılmış, bu kadarıyla bile düz dizgeci, aşamacı tarih anlayışını yıkmış, egemen tarih anlayışının yanıt veremediği yeni sorular doğurmuş Göbeklitepe, şimdi de mistik-gerici bir sis perdesi arkasına saklanmak istenmektedir.

Göbeklitepe’de egemen tarih anlayışını hayrete düşüren ve krize sokan şuydu: Cilalı taş devrinin “ilkelleri”, kendilerinden 4-5 bin yıl sonraya tarihlenen yerleşik tarımcı toplumlar ve kent devletleri ile adeta boy ölçüşecek yetkinlikte, büyük, anıtsal bir tapınak yapmışlardı. Bu, dev dikilataşlar, sütunlar, kabartmalar, hayvan ve insan figürleri, antik yunan anfitiyatroları çağrıştıran megalitik dairesel yerleşkeleri yapanlar: Henüz çanak çömlek yapmayı, madeni araçları, tekerleği, hayvan evcilleştirmeyi bilmeyen göçebe avcı-toplayıcı topluluklardı. “İlkellik” ile “uygarlık” arasına dikilmiş katı duvar gümbürtüyle yıkılmıştı. Tapınağın yakın çevresinde henüz kentsel bir yerleşim kalıntısına raslanmaması, bilinen tarihi tersine çeviriyor, “bahçe tarımından önce yaygın tarım, kentten önce tapınak topluluğu var”, dedirtiyordu. Göbeklitepe, yalnız ilk büyük tapınak -ve/veya meclis binası- kompleksinin değil, mimarinin, sanatın, astrolojinin, matematiğin, hiyeroglif (resim) yazının ilk başlangıç evrelerini de, bilinenden binlerce yıl önceye kaydırıyordu.

Tabii iflas eden aşamacı, düz dizgeci “tarih bilimi”nin boşluğunu, hemen “tarih magazini”, idealist-metafizik spekülasyonlar aldı. Göbeklitepe’yi uzaylıların yaptığı, kutsal kitaplarda geçen “Cennet Bahçesi”nin ya da “ilk insanın ortaya çıktığı yer”in Göbeklitepe olduğu türünden savlar, TV programlarına çağrılan pek derin uzmanlar tarafından büyük bir ciddiyetle tartışıldı. Dinci ideologlar durur mu? Onlar da hemen Göbeklitepe’yi repertuarlarına aldılar. Uygarlığın yerleşik tarım ve kentlerle değil dinle başladığının “bilimsel kanıtı” olarak gösterdiler. Göbeklitepe’yi “tarihin ilk ibadethanesi” ya da “tarihin ilk hac yeri” olarak lanse edenler ise, oradakinin bugünkü din anlayışından çok farklı, emek sürecinden ayrışmamış mitsel inanç, doğanın bereketi ile özdeşleştirilmiş atalarının ruhlarına tapınma (totemizm) olduğunu tabii ki söylemiyordı. Tapınağın dinsel olandan çok, ekonomik ve yönetsel bir organ olduğuna ise hiç değinmiyorlardı. İdealistler zevkten dört köşe, tarihsel materyalizme karşı “biz demedik mi tarihin üretici güçler ve üretim ilişkileri ile açıklanamayacağını, tarih ancak inanç ve zihin ile açıklanır” diye pek korkutucu yeni bir hücuma geçtiler. İnsanın gelişim sürecinin yüzde 99′unu kaplayan ilk komünal toplulukların varlığından hep rahatsız olmuş, eşitlikçi göçebe avcı-toplayıcılarda da sömüren-sömürülen, yöneten-yönetilen olduğunu var gücüyle kanıtlamaya çalışmış olanlar da Göbeklitepe’yle rahat bir soluk alacaklarını sandılar. Öyle ya, göçebe avcı-toplayıcıların yaptığı tapınaktaki başrahip-kralımsı figür, şaman odaları, merkezileşmeye başlayan yönetime, en azından bir ruhban tabakaya işaret ediyordu! Patriarklar da Göbeklitepe’den kendilerine pay çıkarmakta gecikmediler. Ne de olsa tapınakta şamanların “kutsal evlilik odaları” bulunuyordu. Erkek figürü ihtişamlı giysiler içinde ayakta iktidar sembolleriyle çizilmiş, kadın figürü ise oturup bacaklarını açmış ve cinsel organı abartılı, muhtemelen bir tapınak fahişesi olarak resmedilmişti. “Hani sizin şu anaerkil toplumunuz nerde kaldı” diye koroya katıldılar?

article-0-03AF0021000005DC-116_634x456
Kürt ulusal hareketinin Göbeklitepe’ye yaklaşımı

Kürt ulusal hareketi ise, Göbeklitepe buluntularını, Öcalan’ın tarih tezlerine dayalı olarak değerlendiriyor. Viranşehir Belediyesinin desteğiyle yayınlanan “Göbekli Tepe (Xerawreşk) Uygarlığı: Kimliğini Arayan Kent” başlıklı kitapta şunlar söyleniyor: “Xerawreşk tapınağı; açığa çıkarılıp, henüz anlatılmamış demokratik uygarlığın ve tarihin yeni adıdır. Yeni bir arkeolojik keşif, yeni bir uygarlık ve yeni bir zihniyettir. Tarihin en eski, en büyük, en orijinal ve demokratik, eşitlikçi ve özgürlükçü insan aklının, emeğinin, düşlerinin ve tasarımının en görkemli ve muhteşem yapısıdır.” Kürt ulusunun “Mezopotanya’nın tarihini ondan öğreniyoruz” dediği Göbeklitepe’den duyduğu coşku, heyecan ve gurur, tamamen anlaşılabilir. Göbeklitepe buluntuları ilerledikçe, bir çok tarihsel dogmanın daha yıkılacağını ve değişeceğini, karanlıkta kalan ya da çarpıtılan Mezopotanya ve bir bütün olarak insanlık tarihinin çok kritik bir yönünün aydınlanacağını biz de düşünüyor, benzer bir heyecanı duyuyoruz. Ancak burada iki sorun var. Birincisi, Göbeklitepe’de yaşamış tapınak toplumunun, “eşitlikçi” olarak tanımlanmasıdır. Bir tapınak ekonomisinin, toplumun artı-ürünününü (sömürmese bile) denetleyen, kalıcı uzmanlaşmış bir ruhban (sınıfı değilse bile) tabakasının, (devletin değilse bile) en azından obadaki kabileler arası ilişkileri ve geri-dağıtımı düzenleyen bir yönetsel organın ortaya çıkmış olması, eşitlikçi değil, eşitsizlik ve hiyerarşinin ortaya çıkmış olduğu bir topluma işaret eder. Diğer taraftan tapınakta muhtemelen akrabalık ilişkisi içindeki kabileleri temsil eden totemlerden birinin diğerlerinden belirgin biçimde daha büyük olması, belli bir kabilenin obadaki diğer kabileler üzerindeki hegemonluğunu gösterir. Bu da bir eşitliksizlik ilişkisidir.

Öcalan’ın Göbeklitepe’nin başlangıç evrelerinde olduğu üretici toplumlara geçiş süreci konusundaki yaklaşımı şöyledir:

“Kabile çağında sayıları artan ve hacimleri büyüyen kabilelerin krize girmeleri söz konusudur. Kriz döneminde iki anlayış belirir: Birincisi, yoksul kabile tabanı bölünerek ve özgürlüğünde ısrar ederek yaşamak isterken, kabile hiyerarşisi hakim hanedan olarak kabilenin yoksullaştırılmış tabanından kopup, genellikle uygarlık dini dediğimiz ideolojik çıkışlarla kendini yeni devlet toplumu olarak örgütler. Eski kabile kültürü uygarlık kültürüne yenik düşmüştür. Bu dönüşümle iç içe olan gelişme kentleşme, sınıflaşma ve devletleşmedir. Uygarlığın kabile kültür krizine bulduğu temel çözüm budur. Tarihte çokça tartışılan ve marksistlerin çokça paylaştığı düşünce, bu dönüşümün ileriye doğru atılan dev bir adım olduğudur. Uygarlaşma hep ilerleme ve üstün yaşam biçimi sayılmıştır. Marks ve Engels bu dönüşüme tarihsel materyalizm perspektifiyle yasal bir zorunluluk atfetmişler, tarihin ileriye yönelik dev bir adımı olarak değerlendirmişlerdir.

220px-GobeklitepeHeykelBen bu anlayışı eleştiriyorum. Kabile toplumunda yaşanan, krizin zorunlu bir aşaması olarak değerlendirilemez. Yaşanan şey hiyerarşik unsurların sınıfsal tercihidir. Kabile demokrasisi, özgürlüğü ve eşitliğinin geriletilmesi pahasına sağlanan bir değişim (gelişme diyemiyorum) olduğu için, göreli olarak muazzam bir gerileme, insanlık için bir düşüş adımıdır. Tarih hep egemen zümrelerin ideolojik bakışlarıyla kodlaştırıldığından, bu değişime zorunlu, ilerletici, hatta devrimci gelişme diyoruz! Doğrusu, bunun zorunlu olmayan ya da zorunluluğu bulunmayan gerici, düşürücü ve devrim karşıtı bir adım olduğudur. Tarihin anlatılmayan diğer yüzü olan, kendi hiyerarşik hanedancı elitlerinin ihanetine karşı hep mücadele eden, kabilenin demokratik, özgür ve eşitlikçi yapısında ve bilincinde ısrar eden kültür ilerleme ve gelişmeyi temsil eden asıl güçtür. Tarihin bu kültür tarafından bilimsel olarak sistematik biçimde ifade edilmemesi bir eksiklik olabilir. Ama bu gerçeklik böylesi bir tarihin mevcut olmadığını göstermez; tersine yazılmadığını, yazılsa bile bastırıldığını ve propagandasının güçlü yapılmadığını gösterir. Egemen zümrenin, ideolojik tekeller ve sömürü tekellerinin geliştirdikleri uygarlık krize çözüm olmamış; kendini hep toplumun sırtında kanser uru gibi büyüten kentleşme, sınıflaşma ve iktidarlaşmayla günümüze doğru en büyük kriz kaynağına dönüştürmüştür. İnsanlık eğer yaşayacaksa, tarihsel kriz toplumuna karşı kabile çağındaki demokratik, özgür ve eşitlikçi kültürü uygarlık boyunca kazanılan zihinsel ve kurumsal gelişmeler temelinde yeniden yaşamsal kılarak bunu başaracaktır.”

temples1Öcalan’ın anarko-demokratist tezi: “Demokrasi uygarlığa karşıdır”

Öcalan’ın bu söylediklerinin temelinde, aynı yazısında da ileri sürdüğü, anarko-demokratist “demokrasi uygarlığa karşıdır” tezi vardır. “Uygarlığa karşı demokrasi” dediği, “eşitlikçi, özgürlükçü, demokratik kabile” olarak tanımladığı Göbeklitepe’de (ve ondan 500 yıl sonraya tarihlenen Heva Çor’da) bulgulanan, göçebelikten tam kopmadan yerleşikleşmeye geçiş yapan toplumdur. Bunu, sonraki sınıflı, kent devletleri demokrasisinin karşısına koymaktadır. Öcalan tüm sınıflı, sömürülü toplum demokrasilerinin sömürücü, egemen sınıf için demokrasi, doğrudan üreticiler için kölelik olduğunda tamamen haklıdır. Fakat, anlamadığı, her türlü demokrasinin bir yönetim biçimi olduğu, dolayısıyla eşitsizlik içerdiğidir. Sosyalist proleter demokrasi, her türlü sömürü, devlet, eşitsizliğin sönümlendirilmesine, dolayısıyla bir yönetim biçimi olarak demokrasiye de ihtiyacın kalmayacağı komünist topluma geçiş sürecidir. Öcalan’ın “kabile demokrasisi” dediği ise, ilk eşitlikçi göçebe avcı-toplayıcı topluluklardan sınıflı ve devletli topluma geçiş sürecidir. O, demokrasiyi idealize ediyor, “ideal bir demokrasi”, yani imkansız bir şey olarak “devletsiz bir demokrasi” istiyor. Geriye iki olasılık kalıyor: Ya ileriye doğru, “devlet olmayan devlet” olarak, ihtiyaç kalmayacağı için sönümlenmeye doğru giden sosyalist işçi demokrasisi (ve devleti)… Ya da geriye doğru, “devlet olmayan devlet” olarak, sınıflı ve devletli topluma doğru evrilme eğilimi gösteren “kabile demokrasisi”! Öcalan ikincisi istemekle kalmıyor, idealize ediyor. Hiyerarşinin, eşitsizliğin, hanedancı eğilimin olmadığı, “düzeltilmiş” bir kabile toplumu istiyor.

Oysa kabile, tanımı gereği hem merkezileşmiş hem de soyadayalı bir toplumsal örgütlenme biçimidir. Bu nedenle, bir yandan kendi içinde, diğer yandan farklı soyadayalı kabilelerle eşitsizlik ve çatışma ilişkisi içindedir. Soyun varlığı bile, onun ifadesi olan kabilenin kendi içinde ve dışında eşitsiz ve çatışmacı ilişkiler içinde olduğunun en somut göstergesidir. Ki bu da tohum halinde var olan sınıf ve devlet oluşumu yönündeki basıncı artırır. Göbeklitepe’de henüz insan iskeleti bulunamamıştır. Ancak tüm arkeolojik bulgularda, tam eşitlikçi göçebe avcı-toplayıcı topluluklara göre yerleşikleşmeye ve artı-ürün stoğu ve birikimi yapmaya başlayan kabile toplumlarında, kol kafatası kırıklarına, balta, mızrak veya okla öldürülmüş olanların iskeletlerine rastlama sıklığı büyük bir artış gösterir. “Kabile temelindeki (kolektif özel-bn) mülkiyetin temel koşulu kabilenin üyesi olmaktır. Sonuç olarak, başka bir kabile tarafından fethedilen ya da tabi kılınan bir kabile mülksüzleşir ve fetheden kabilenin yeniden üretiminin inorganik koşulları arasına dahil edilir, topluluğun malı olur. Bu nedenle kölelik ve serflik kabile (kolektif özel) mülkiyetinin basitçe gelişimidir.” (Marks) Toplumu oluşturanların topluma katkıları ile ondan geri aldıkları arasındaki ilişkiyi bilmedikleri ve/veya denetleyemedikleri, toplumsal artının ne kadarını, nasıl ve kimler için kullanacaklarına gönüllü ve bilinçli olarak bir araya gelerek kendilerinin doğrudan karar verecekleri öz organlarının bulunmadığı, toplumsal artı-ürün ve organizasyonun küçük bir azınlığın denetiminde olduğu her durumda, sömürünün, sınıfların, devletin, savaşın doğma koşulları ve eğilimi vardır.

Öcalan’ın “uygarlığa karşı demokrasi” ya da “proto demokrasi” (oluşum halinde demokrasi) olarak tanımladığı “kabile demokrasisi” kavramını, Göbeklitepe’de bulgulanan totemik kabile toplumdan çıkarsamaya çalışmaktadır. Bu toplumun, eşitlikçi ve kalıcı bir hiyerarşiye sahip olmayan toplumlardan evrilmiş, onlara daha yakın tarihli olması nedeniyle, antik site devletleri demokrasilerine göre daha demokratik olduğu öngörülebilir. Ancak bu yönde henüz somut bir veri yoktur. Soya dayalı kabile sistemini tek bir beyin (ya da şamanın), ya da en büyük ve güçlü kabile reisinin liderliğinde kabile reislerinin (ya da şamanların) bir tür meclisinin, ya da her kabile içinde de geniş aile reislerinin de katılımının vb ortak birliği temsil etmesine göre, kabile daha despotik ya da daha demokratik olabilir.

Ancak en demokratik kabile(ler) sisteminde bile, kararlara katılım soya dayalı akrabalık statülerine göredir. Beyin yakın ve uzak akrabaları, erkekler ile kadınlar, yaşlılar ile gençler, farklı kabileler arasında kararlara katılım konusunda giderek derinleşen bir ayrım vardır. Kabile üyeleri arasında ve kabileler arasında, elbirliği ve geridağıtım yapmak için, her aileyi, köyü, obayı, soygelimi (kalıcılaşan) temsil yetkisi taşıyan beyler ya da beyler kurulu aracılığıyla ilişki kurulabilir hale gelmiştir. Bu, yerleşikleşmeyle birlikte kabilelerin de artık birbirlerini belli araziler üzerinde mülk sahibi olarak tanımak olarak tanımak durumunda olmasının zorunlu sonucudur. Birbiriyle ilişkilerini karşılıklı hak ve statülere göre belirleme zorunluluğu arttıkça, beylik ve/veya beyler kurulu, o kadar güçlenir ve yönetim organı haline gelir. Bey, halen fiilen değilse bile mitsel sahibi ve denetleyicisi haline geldiği kolektif artı-üründen sonra, toprağın da dağıtımının belirleyicisi haline gelir. Doğrudan üreticiler ise kendi emeğinin ürününe yabancılaşır, kendi gereksinimleri ile yarattıkları artı-ürün arasındaki farkı göremez hale gelir. Bu farkın (maddi zenginlik birikimi) kendisi tarafından değil, ruhen doğanın bereketiyle özdeşleştirdiği atalarının yaratısı (totemik inanç) ve bunu temsil eden beyin mahareti olduğunu düşünür. Bu süreçle birlikte bey, bir yandan kafa emeği ile kol emeği arasında ayrımın derinleştiren kalıcı uzmanlaşma işleri, diğer yandan daha büyük ve karmaşık emek seferberliğini gerektiren işlerin (tapınak, sulama kanalları, savaş vd) ortaya çıkmasıyla, tümüyle üretimden ayrılmış ve kendisine bağlı yönetim kurumlaşması yaratmaya başlar. Bu süreç boyunca, bey halen kolektif artı-emeğe el koymuyorsa da, en azından bir kısmını, kabilenin mitsel varlığını (ataların ruhu, totem) ve giderek kendisini yüceltmek için harcanan ortaklaşa emeğe çevirir.

temples2Bir çağ dönümü toplumu

Bu hem göçebe avcı-devşiriciliğin hem yerleşikleşmenin, hem sınıfsız hem de sınıflı, hem devletsiz hem de hiyerarşik ve merkezileşmiş, (hem geç paleolatik hem erken neolitik) toplumların özelliklerini gösteren, yerleşikleşmenin, kafa ve kol emeği arasındaki işbölümünün, sınıflaşmanın, devletleşmenin, uygarlaşmanın oluşum sürecinde olduğu, kelimenin tam anlamıyla bir geçiş toplumudur. MÖ 10 bin yıla tarihlenen bu toplum, hayvan evcilleştirmeyi bilmiyor, fakat yabanıl arpa-buğday toplayacılığından bir kısmını tohumluk olarak ayırıp ekim yapmayı büyük olasılıkla biliyordu. (Tapınağın 30 kilometre uzağındaki Karacadağ yöresinde aynı döneme tarihlenen, insan eliyle ekimi yapılmış einkorn buğdayının izleri tespit edilmiştir.) Ki bir tapınağın ve ruhbanlar tabakasının varlığı, çok çeşitli taş anıt, bina ve delikli taş eşyalar yapılmış olması, bu toplumun belli bir artı-ürün deposuna sahip olduğunu ve (kullanım değeri biçiminde) maddi zenginlik birikiminin başladığını göstermektedir.

Göbeklitepe’yi de zaten heyecan verici yapan, bir “çağ dönümü” toplumu olmasıdır. Bünyesinde iki farklı çağın, taş devri göçebe avcı-toplayıcılık ile yerleşik tarım-zanaat üretiminin her ikisinin özelliklerini birden barındırıyor olmasıdır. Hem ilk eşitlikçi komünal toplulukların hem de eşitliksizçi hiyerarşik toplumun özelliklerini gösteriyor olmasıdır. (Sosyalizmin hem içinden çıkıp geldiği kapitalizmin hem de komünist toplumun özelliklerini birden barındıran bir geçiş toplumu olması gibi.) Bu açıdan Göbeklitepe’nin ilk komünal toplumlardan yerleşik tarım-zanaat üretimine geçişin başlangıç evrelerindeki bi toplum olması üzerine her türlü bulgu ve bilimsel çözümleme, tersinden, kapitalizmden komünizme geçiş süreci üzerine yeni ipuçları sağlayabilecek niteliktedir. Ne var ki, tıpkı ufku kapitalizmin içinden çıkıp geldiği biçimiyle sosyalizmin ötesine geçmeyen, bir geçiş toplumu olan sosyalizmi komünizmden kopararak kendi başına bir üretim tarzı gibi mutlaklaştırıp idealize edenler gibi, Öcalan da Göbeklitepe yarı-uygarlığını tarih içinde dondurmak istemekte, mutlaklaştırmakta, idealize etmektedir. Bu yüzden onun, hem göçebe avcı-toplayıcı hem tarımsal üretime geçiş yapmaya başlamış, iki ayrı (biri statik ve değişime dirençli, diğeri artı-ürün birikimi temelinde dinamize olan) üretim tarzından kaynaklanan iç çelişkinliğini, dolayısıyla tarihsel olarak göreli niteliğini görmek istemez.

Toplumun aynı anda hem eşitlikçi komünal hem de eşitliksizci hiyerarşik karakterinden doğan, eşitlikçiliğin çözülmesine karşı direnen çoğunluğu ile artı-ürün ve maddi zenginlik birikimine giderek kendi çıkarına el koyma eğilimine girecek azınlığı arasında derinleşecek çelişkiyi ise görür. Buna “kabile krizi” der. Bu krizin, kabile toplumunun “kapsam ve hacim artışı”ndan kaynaklandığını doğru olarak saptar. Hacim artışı, nüfus artışıdır. Bu toplumun “kapsamındaki artış”ın ne olduğunu ise söylemez. Aslında bu toplumun kapsamında (üretim ve yeniden üretim sürecinde) yalnız aritmetik bir artış değil, nitel bir dönüşümün olduğunu gözardı eder: Bir toplumsal artı-ürün stoğu ve maddi zenginlik birikimi ortaya çıkmıştır. Nüfus artışı ancak böyle mümkündür. Bir noktasına kadar nüfus artışını körükleyen artı-ürün birikiminin, bir noktasından sonra nüfus artışını (toplumun büyüyen gereksinmelerini) karşılayamaz hale gelmesi, “kabile krizi”nin önemli bir yönünü oluşturur. Fakat Malthusçu bir saçmalığa düşülmeyecekse, nüfus artışının basitçe tüketim artışından önce üretici güç artışı olarak değerlendirmemiz gerekir. Üretim artışının bir noktasından sonra bizzat kendi yarattığı gereksinme ve tüketim artış hızına yanıt veremez hale gelmesinin tek bir açıklaması vardır: Bir noktaya kadar üretici güçlerin gelişmesinin biçimi olan üretim ilişkilerinin (Göbeklitepe’deki tapınak merkezli toplumsal üretim ve geridağıtım organizasyonunun), giderek üretici güçlerin gelişmesinin engeli haline gelmesi. Bu da tek başına nüfus artışı ile açıklanamaz. Ancak ve ancak, üretim araçları ve toplumsal emek üretkenliğinin verili gelişim düzeyinin, toplumsal gereksinmelerdeki artışa karşın, toplumsal artı-ürün birikimini büyütmeye yeterli olmayışı ile açıklanabilir. Bu da taş devrinin son evrelerinden, sınıflı-kent devletlerinin ortaya çıktığı bakır ve demir devrelerine geçişin, başlıca tarihsel dinamiğini oluşturur. Cilalı taş devrinden bakır devrine geçiş sürecindeki “kabileler krizi”nin üretim süreci temelinden tek Marksist açıklaması budur.

gobekli-tepe-pillars-615Kabileler krizi ve tarihsel-diyalektik materyalizm

Öcalan, değindiği “kabileler krizi”nin üretici güçlerin gelişimi ile mevcut üretim ilişkileri arasındaki çelişkideki temelini görmek istemez. Henüz sınıfların olmadığı toplumdaki artı-ürün birikimi ile “hiyerarşik unsurların sınıfsal tercihini” birbirinden koparır. Apaçık idealizme düşerek, sınıflı topluma geçişi “hiyerarşik unsurların tercih sorunu”na indirger. Oysa sınıfların ortaya çıkması için, “hiyerarşik unsurlar”ın, toplumu temsil kılığı altında topluma geri-dağıtıma son verip kendileri adına el koyabilecekleri daha büyük bir toplumsal artı-ürün ve maddi zenginlik birikiminin ortaya çıkması, istikrar kazanması ve daha hızlı büyümesi gerekir. Bunun için de, toplumsal emek üretkenliğini yükseltecek yeni üretim araçları ve organizasyonları. Gerçi Öcalan, konunun bu en özsel yanından (üretim sürecindeki dönüşüm) sakınsa bile farkındadır. Ancak sorunu, üretici güçlerin gelişimine engel haline gelen hiyerarşik kabile ilişkilerinde değil de, bizzat üretici güçlerin gelişmesinde gördüğü için, çelişkiyi ileriye değil geriye doğru çözmeye çalışır. Üretici güçlerin gelişimine engel olan üretim ilişkilerinin korunmasını savunur, bunda direnmek gerektiğini söyler. Uygarlaşmayı, salt sınıflaşma, devletleşme, sömürü, savaşlar olarak gördüğünden, uygarlaşmanın eşiğine gelmiş ve adımını atmış kabile toplumunu, orada dondurmak ister. Üretim araçlarının ve toplumsal emek üretkenliğinin daha fazla geliştirilmesini, yasaklar!

Bununla birlikte, Öcalan’ın ortaya attığı soru -buna kendi verdiği anarko-demokratist yanıttan bağımsız olarak-, yeni olmamakla birlikte, Marksistler arasında da tartışılmış çok kritik bir sorudur: İlk eşitlikçi, barışçıl, komünal toplumlardan sınıflı, devletli, savaşçıl toplumlara geçiş kaçınılmaz mıydı, değil miydi? Artı-ürün birikiminin özel mülke dönüşmeden büyüdüğü, komünal üretim ve paylaşım temelinde bir uygarlaşma olası mıydı? Öcalan’ın iddiasının tersine, ne Marks ne Engels (ne de Lenin), düz dizgeci bir tarih anlayışına sahip olmamışlardır. İlk eşitlikçi komünal toplumları büyük bir saygı ve övgüyle değerlendirmişler, sınıflı devletli toplumların ezeli olmadığı gibi ebedi de olamayacağının bir kanıtı olarak görmüşlerdir. Uygarlığı tek yanlı olarak olumlamakla kalmamışlar, tüm sınıflı toplumları, Öcalan’ın yaptığından çok daha keskin bir eleştiriden geçirmişlerdir. “Bugüne kadar tüm devrimler devleti yetkinleştirdiler, oysa asıl sorun onu ortadan kaldırmaktır” sözü Marks’a aittir. Bu söz, (Öcalan’ın inkar etmeye çalıştığı neolitik devrim de dahil), bugüne kadar tüm devrimler hiyerarşiyi, işbölümünü, aileyi, kadınların ezilmesini, özel mülkiyeti, devleti, sömürüyü, sınıfları, baskıyı, savaşları derinleştirdiler, oysa asıl sorun, bunları ortadan kaldırmaktır, diye de okunabilir.

Dahası, tarihsel-diyalektik materyalizm, hele ki böylesine kritik tarihsel-toplumsal dönüşüm süreçlerini, “eşitsiz, düzendiz, sıçramalı, kesintili, gelgitli” çünkü “çelişkili” geçiş süreçleri olarak ele alır. “Diyalektik geçiş, diyalektik olmayan -tedrici- geçişten nasıl ayırdedilir?” diye sorar Lenin. Ve yanıt verir: “Sıçrama, çelişme, tedriciliğin kesikliğe uğraması, özdeşlik ile farklılaşmanın birliği ile.” “Diyalektik, der Marks da, tarihsel olarak gelişmiş olan her toplumsal biçimi akışan bir hareket içinde görür ve bu yüzden onun geçici niteliğini, onun anlık varlığından daha az olmamak üzere hesaba katar; hiçbir şeyin zorla kabul ettirilmesine izin vermez, özünde eleştirici ve devrimcidir.”

article-2050908-0E70D60500000578-324_634x363Kabileler krizi ve anarko-demokratizm

Diğer taraftan eşitlikçi komünal toplumları öylesine idealize eden, öylesine fetişleştiren anarşist bir akım da vardır ki, onlara kalsa nasıl olup da sınıflı topluma geçildiğinin raslantı, birilerinin keyfi tercihi ve kötü niyeti dışında tarihsel bir açıklaması yoktur. Anarşistler , sınıfları ve sömürüyü teknolojinin ve uygarlığın kaçınılmaz sonucu olarak görürler. Sınıflara, sömürüye, devlete karşı çıkmak adına, üretimin toplumsal güçlerindeki gelişime karşı çıkarlar. Öcalan’ın da yaptığı budur. Sınıflara, sömürüye, devlete karşı çıkmak adına, toplumsal emek üretkenliği ve toplumsal artı-ürün birikiminin daha ileri gelişmesine karşı çıkıyor. Üretimin daha ileri ki gelişme aşamalarında sınıflar, sömürü ve devletin ortaya çıkmasını kaçınılmaz addedip, Marksistlere atfettiği kaba-determinizme kendisi düşüyor. Üretimin, emeğin ve insanın toplumsallaşma sürecinin gelişimiyle değil de, tek yanlı olarak sınıflar, sömürü ve devletin ortaya çıkmasıyla özdeşleştirdiği uygarlaşmayı, Göbeklitepe’yi yaratan topluma yasaklıyor! Hiçbir zaman anlamadığı tarihsel-diyalektik materyalizme karşı, “özdeşliği yasa yapıyor”. Ütopik-reformist, anarko-demokratist tarih anlayışına düşüyor. Kendi deyişiyle “yarı-göçebe kabile toplumu”nu ebedileştirmenin, ütopik-reformist hayalini kuruyor. Her türlü siyasal devrimi reddeden Öcalan, insanlığın üretimin toplumsal güçlerinde bugüne kadar gördüğü ve yarattığı en büyük iki devrimi de yadsımaktadır: Neolitik devrim (doğada hazır olanı bulup devşirmekten bizzat üretmeye geçiş) ve makineli modern sanayi devrimi. Bunları, “gerileme, düşüş, karşıdevrim” olarak tanımlamaktadır. Onun devrim olarak tanımladığı tek şey, Göbeklitepe’de bulgulanan, yerleşikleşmeye geçiş yapmış, ancak göçebelikten de kopmamış, “eşitlikçi, özgürlükçü, demokratik kabile” olarak tanımladığıdır.

Dolayısıyla Öcalan bu toplumsal gelişmenin bütün üstünlüklerini istemektedir;

“Köyleşmeden önce dönemine göre dev boyutlu sayılabilecek, muhtemelen tapınak olan bir kültürün varlığı saptanmıştır. Mevcut dikili taşların anlamı tam çözümlenmese de, çok gelişmiş bir kültürü yansıttığı kesindir. Köy oluşumları şimdiye kadar tarım devrimine bağlı olarak değerlendirilmişti. Yarı-göçebe kabile sisteminde köy oluşumlarına geçildiği Urfa-Göbeklitepe tapınağının kanıtladığı diğer önemli bir toplumsal gerçekliktir. Daha önceleri kentin ve devletin doğuşunu Sümer rahip tapınaklarına bağlamıştım. Aynı biçimde köy ve komün yönetiminin, yani ilkel (orijinal anlamında) ilk demokrasinin de bu sefer kabilelerin ortak tapınak sistemleri etrafında oluştuklarını önemle belirtmeliyim. Her ortak tapınak yerleşikliğin, ilkel alışverişin, ortak duygu ve düşünce (sanat) devriminin de temelini teşkil etmektedir. O halde ticaretin primitif, orijinal biçimi olan hediye alışverişlerinin ortak mabet buluşmalarında geliştirildiğini belirtmek mümkündür.”

Bunları istemektedir ama, bunların koşul ve dinamiği olduğu bütün kötülükler; savaşlar, işgaller, sınıflar, kentler, uygarlık, demokrasi, sömürü, din, ticaret ve tabii asıl emekçi sınıflar ve devrimler olmaksızın! Bu yüzden neolitik devrimin eşiğinden adımını atmış, yerleşik tarımsal üretime doğru geçiş yapmaya başlamış totemik kabile topluluğunun daha ileri gitmesini yasaklıyor. Yerleşimin, kentlerin, demokrasinin, yazının, bilimin, dinin, ticaretin sadece “primitif, ilkel, proto, orijinal” biçimlerini istiyor. Yeterki bunların, bu toplumu çözücü ve devrimci öğeleri çıkartılmış olsun: Üretici güçlerin, dolayısıyla emeğin toplumsallaşmasının daha ileri gelişimi! Öcalan’ın “yarı-göçebe” dediği, yerleşiklemeye yüz tutmuş göçebe kabilelerin daha o dönemde, çok geçmeden üretici güçlerin gelişmesine engel haline gelmeye başlayacak üretim ve organizasyon ilişkilerini, üretimin toplumsal güçlerinin bugünkü küresel gelişme düzeyine taşıma hayali ise, başka söz bırakmıyor: “… eski üretim ve değişim araçlarını, ve bunlarla birlikte eski mülkiyet ilişkilerini ve eski toplumu geri getirmeyi, ya da modern üretim ve değişim araçlarını, bunlar tarafından parçalanmış bulunan ve parçalanmaları kaçınılmaz olan eski mülkiyet ilişkileri içersinde tutmayı arzular. Her iki durumda da, hem gerici ve hem de ütopyacıdır.” (Marks, Komünist Manifesto) Hele ki Öcalan’ın her türlü devrime karşı çıktığı bilindiğinde! Kabile toplumunun gelişmesinin bir noktasından sonra yapısal bir krize girdiğini belirtip, sonra da mevcut üretim ilişkilerinin aynen korunması gerektiğini söylemek, en hafif deyişle tutarsızlıktır. Öcalan’ın söylediğine değil yaptığına baktığımızda ise düpedüz ciddiyetsizliktir: Bırakalım kabile hiyerarşisinin hanedanlaşmasını, düpedüz büyük özel mülk sahibi aşiret reisleri, sonra da bunların tekelci kapitalist holdinglere dönüşmüş olanları ile uzlaşılmıştır!

imagesOrtak tapınağın temelinde ne vardı?

Öcalan, “ticaretin primitif, orijinal biçimi olan hediye alışverişlerinin ortak mabet buluşmalarında geliştirildiğini belirtmek mümkündür.” derken de yanılıyor. İlk eşitlikçi topluluların armağanlaşma ilişkisinin, ne meta ne takas ne ticaret ne de bunların ilkel biçimiyle bir ilgisi vardır. Bu toplumlardaki armağanlaşma ilişkisi, mübadele değil, eşitlikçi bir yeniden bölüşüm ilişkisidir. Birincisi, armağanı verenin değil verilenin gereksinmesi temeldir. İkincisi, az verip çok almak değil, aldığından çok gereksinmesi olana vermek prestij kazandırıcıdır. Üçüncüsü, armağanlaşmada esas olan değişim değeri değil yararlılıktır. Dördüncüsü, armağanlaşma karşılıklılık beklentisi olmakla birlikte, zorunlu değil, gönüllülük temelindedir. Beşincisi, toplumsal-teknik işbölümü gelişmeden mübadele de olmaz. Altıncısı, “mübadeyi, orijinal, belirleyici yapısal öğe olarak komünal toplumun orta yerine yerleştirmek genel olarak yanlıştır. Gerçekte mübadele, başlangıçta ayrı komünlerin birbiriyle olan ilişkilerinde ortaya çıkmıştır.” (Marks) Armağanlaşma tek bir ürünü aşıp çeşitlenen ürünlere olan gereksinmeleri karşılamaya evrildiği zamanda bu böyledir. Ancak kabilede akrabalık derecesine göre armağanlaşma yapıldığından eşitsizlik burada orada çıkar. Burjuva antropologlar ise, mübadele ilişkisinin olmadığı bir toplumu imkansız addettiklerinden, armağanlaşma ilişkisini de ancak meta, takas ve ticaret ilişkisi ile karşılaştırarak anlamlandırmaya çalışırlar. Armağanlaşmanın dönüştüğü biçim, merkezi geri dağıtım ilişkisidir ki, bu durumda herkes kendi gereksiniminden fazlasını beye/tapınağa armağan ya da adak olarak sunar, tapınak yönetimi/bey de bunları gereksinme sahiplerine dağıtır. Bunun da sonraki aşaması, beyin gönüllü olarak sunulanın ötesinde kendi belirlediği oranda herkesten artı-ürünü toplaması, bunun da ancak bir kısmını geri dağıtmasıdır (artı-ürüne el koyma, sınıflaşma). Diğer taraftan Öcalan’ın mabeti “primitif” bir pazar yeri olarak tasavvur etmesi, eğer doğruysa, zaten verili toplumda çözülme başlamış demektir.

Öcalan, “Her ortak tapınak yerleşikliğin, -ilkel demokrasinin-, ilkel alışverişin, ortak duygu ve düşünce (sanat) devriminin de temelini teşkil etmektedir.” demektedir. Ancak ortak tapınağın temelinde neyin olduğunu bir türlü söyleyememektedir. Bu, tapınak yöneticilerinin denetimindeki kolektif artı-ürün stoğu ve birikimidir. “Ortak duygu ve düşünce (sanat) devrimi” dediği ise, mitolojik, totemik duygu, inanç, düşünce ve sanattır. Mitoloji, Marks’ın da vurguladığı gibi, henüz doğadan tam ayrışmamış ve egemen olamamış, insanın hayal gücü yoluyla, doğa güçlerini düzenlemeye, dizginlemeye, şekillendirmeye çalışmasıdır. Mitsel inanç, düşünce ve sanat, hayali olmasına karşın, hiç de keyfi değildir. İnsanların doğayı ve böylelikle kendilerini dönüştürme faaliyeti içinde birbiriyle girdikleri üretim ilişkilerinin, gerçekliği bilme ve düzenleme çabasının dolaysız bir ürünüdür. Doğanın düzensizliğine ve aslında toplumlaşma sürecindeki insanın düzensizliğine bir düzen ve istikrar kazandırma çabasının ürünüdür. Bu açıdan insan ile doğa, insanla insan arasındaki ilişkilerin giderek kurumlaşma ve kurallaşma ile düzenlenmesinin bir ifadesidir. Mitolojik düşünce, duygu ve sanatın, o döneme göre hayranlık verici eşitsiz gelişimi, tam da üretici güçlerin çok az gelişmişliğinin, insanın doğaya ve insanın insana egemenliğinin az gelişmişliğinin bir ifadesidir. Bununla birlikte insanın doğaya ve insanın insana egemenliği geliştikçe, mitolojik düşünce ortadan kaybolur, yerini ön biçimi olduğu dine bırakır. Göbeklitepe’nin duygu, düşünce, sanat tarzını, geri getirmeye çalışmak ham hayaldir.

Fakat 12 bin yıl sonra ondan neden bu kadar heyecan ve haz duyduğumuzu, Marks’ın Antik Yunan sanatı üzerine söylediklerinden çıkarsayabiliriz: “Yetişkin bir insan bir daha çocuk olamaz -olsa olsa çocuksu olur. Buna karşılık çocuğun naifliği insana yine de bir sevinç kaynağı değil midir; daha yüksek düzeyde onun yapmacıksız gerçeğini yeniden-üretmeye çalışması gerekmez mi? Her çağda kendi öz karakteri, en doğal gerçekliğiyle, çocukların doğasında yeniden doğmaz mı? İnsanlığın tarihsel çocukluk dönemi, en güzel tomurcuklanma çağı, hiçbir zaman geri dönmeyecek bir dönem olarak neden sonsuz cazibe kaynağı olmasın? .. Yunan sanatının günümüzde süren cazibesi, üzerinde yetiştiği gelişmemiş toplum düzeyiyle çelişkili değildir. Tam tersine bu durumun bir sonucudur, Yunan sanatının doğduğu, ve doğabileceği tek yer olan, olgunlaşmamış toplum koşullarının bir daha geri gelemeyecekleri gerçeğinin zorunlu bir ürünüdür.” Bugün bunun çok daha fazlasını, doğacıllıktan tam kopmadığı gibi sınıflı topluma da henüz geçmemiş Göbeklitepe’nin bebeksi toplum koşulları için söyleyebiliriz.

Göbeklitepe’yi kuran özgürlükçü bir toplum muydu?

Bununla birlikte, tarihin ilk büyük ortaklaşmacı ve anıtsal topluluklarından biri olan Göbeklitepe’yi kuranların, yalnızca Öcalan gibi olumlu yanıyla görmekle kalmayıp, onun yadsınmasını, bizzat kendi içindeki çözülmesine giden dinamiklerin kavranışı temelindeki devrimci diyalektik eleştirisini de yapabilmemiz gerekir. Öncelikle bu toplulukların Öcalan’ın sandığı ve idealize ettiği kadar özgür ya da özgürlükçü olmadığını ve olamayacağını vurgulayalım. Büyük olasılıkla egzogami ile bir araya gelen topluluk ve kabileler (Sümerlerde sitelerin olduğundan) daha özerk bir yapıya sahipti, belli bir olasılıkla kabilenin ve köy komünlerinin reislerinin yanısıra ileri gelen yaşlıları da kararlara şu veya bu düzeyde katılıyordu, yine büyük olasılıkla -sınıflı toplumların aksine- çocuklarını dayağa başvurmadan, özgüvenli, inisiyatifli, dayanışmacı, yararlı olma duygusu ile yetiştiriyorlardı. (Yalnız yerleşik tarımcı toplumların bir dizi özelliklerini de kazanmaya başlamaları, hiyerarşi, soyadayalılık, cinsel eşitsizlik, prestij rekabeti gibi nedenlerle, himayecilik, kendi soyunu kayırmacılık, yaranmacılık, itaatçilik, vb gibi özellikler de ortaya çıkmaya başlamış olmalıdır.) Ne var ki, bu topluluklarda “büyük gelişmeler sağlanabilir – ama ancak sınırlı bir çerçeve içinde. Bireyler büyük gözükebilir. Ama bireyin olsun, toplumun olsun, tam ve özgür gelişimi düşünülemez, çünkü böyle bir gelişim temel ilişkiyle çelişki halindedir.” (Marks)

Marx’ın bu toplulukların “temel ilişki biçimi” dediği, kişisel bağımlılık ilişkileridir. Birey toplumdan ayrılmamıştır. Üretim ilişkeleri üretici güçlerden, üstyapı altyapıdan ayrışmamış durumdadır. Bireyin varlığının, emeğinin, iradesinin; topluluğun ortak özüyle – tam da Öcalan’ın belirttiği, ortak tapınak, ortak duygu ve düşünce, ortak gelenek, yanısıra ortak soy, vd-, ve asıl olarak da bu ortak özü kendinde cisimleştirmeye başlayan hiyerarşik bey vb ile dolayımlanmasıdır. Bu ortak öz’ün “hacim ve kapsamı” ne kadar büyürse, onu temsil eden ve giderek kendinde cisimleştirir görünenlerinin sayısı o kadar azalır, bireylerin birbirleriyle (yatay) ilişkilerinin yerini herkesin beyle ilişkisi, giderek bey ve uyrukları ilişkisi alır. “Kabilenin kabile olarak varlığını eskisi gibi sürdürebilmesi için, üyelerinin, önceden belirli nesnel koşullar içerisinde yeniden üretimi zorunludur. Oysa bizzat üretimin kendisi, nüfusun artması (ki bu da üretime dahildir), bu koşulları azar azar ve kaçınılmaz biçimde ortadan kaldırır; yeniden üreteceğine tarihrip eder vb. Böylelikle cemaat düzeni, dayalı olduğu mülkiyet ilişkileriyle birlikte çözülüp yıkılır…. Bütün bu biçimlerde, bireyin cemaatle önvarsayılmış (şu ya da bu düzeyde doğal kökenli, ya da tarihi süreç içinde doğmuş, fakat gelenek haline gelmiş) ilişkilerinin ve bir yandan emeğin koşullarıyla, öbür yandan öteki çalışanlarla, klan üyeleriyle, vb ilişkileri içinde özgül, önceden belirlenmiş, nesnel varoluş tarzının yeniden üretilmesi, gelişimin temelidir; gelişim o halde, daha baştan sınırlandırılmıştır ve bu sınırların her aşılması yozlaşma ve çöküş anlamına gelir.” (Marx). Bu son derece dar iç sınırların genişletilmesi için, başlangıçta istisnai olan köleliğin geliştirilmesi, toprak mülkiyetinin yoğunlaşması, dış ve giderek iç mübadele, fetihler vbye başvurulsa da, bunlar bizzat verili temelin (kişisel bağımlılık ilişkilerinin) iç farklılaşma ve giderek çelişkinliğinden doğan dinamiklerdir ve bir noktasından sonra çözülme ve yozlaşmayı derinleştirmişlerdir.


Kişisel bağımlılık ilişkilerine dayalı kolektivizmin sınırları

Bu toplumlarda soyadayalılık, dış ve iç evlilik ilişkileri, kan bağı ve akrabalık ilişkilerinin, basitçe kültürel öğeler değil, önceden belirli ve sabitlenmiş üretim ilişkilerinin bir biçimi olduğunu da ayrıca belirtmek gerekir. Kişisel bağımlılığa dayalı üretim ve yönetim ilişkileri, üretim araçlarının düşük -kapitalist modern sanayi öncesi- gelişme derecelerindeki elbirliği ve ortaklaşa büyük emek seferberberliklerine denk düşer. Bu topluluklar için, “Topluluk ilk büyük üretim kuvvetidir” der Marx. Doğayla savaşımda üretim araçlarının çok cılız gelişebilmiş olması, elbirliğini, büyük çaplı emek seferberliklerini (görkemli anıt ve tapınaklar, sulama kanalları, savaşlar, vd) ve buna uygun giderek örgünleşen bir kolektivizmi ve kolektif inanç biçimlerini öne çıkartır ve zorunlu kılar.

Bu topluluklarda üretim araçlarının onca az gelişmişliğine karşın insanı şaşkınlığa düşüren büyüklük, azim ve yaratıcılık içeren eserlerin (kendi dönemlerine göre dev mimariler, fillerin dağlardan aşırılması, gemilerin karadan yürütülmesi, mitolojik inançlar, vd) arka planında işte bu vardır: İlk büyük üretici güç olarak topluluğun kendisi, kolektif elbirliği ve giderek büyüyen emek seferberlikleri! İlk büyük üretici güç olan bu ilkel kolektivizm, üretim araçlarının az gelişmişliğine karşın giderek büyüyen toplumsal gereksinmelerle, doğayla savaşımda ve onu denetim altına alma çabasında, en büyük rolü oynayacaktır. Bu açıdan, bu kabile kolektivizminin doğayla savaşımında ve onu denetim alma çabasında, özgürlükçü bir rol oynadığı, bu anlamda Göbeklitepe’deki tapınak topluluğunun da özgürlükçü olduğu söylenebilir.

Fakat ne pahasına? Bireylerinin giderek daha fazla özgürlük, bağımsızlık ve eşitliğini yitirerek kabileye kan bağıyla bağımlı hale gelmesi, ve onun “ortak özü”nü kendinde cisimleştirmeye başlayan beye uyruklaşması pahasına! İkincisi, bu soya ve kana dayalı ataerkil kolektivizm ne kadar büyür ve örgünleşirse, kendi dışındaki topluluklara karşı o kadar bencilleşmesi, kabileler arası rekabet, yağma ve istila savaşlarını kaçınılmaz kılması pahasına! Öcalan’ın görmediği, bu kabile kolektiviteleri kendi başlarına ne kadar doğa karşısında özgürleştici olurlarsa olsunlar, bireyleri o kadar sınırlandırıp bağımlı kıldıklarıdır. Kolektif üretici güç ne kadar gelişirse, bireyin o kadar gerilemesi ve sınırlanmasıdır. Ve bu ilkel kolektivizm belli bir dönemde ne kadar görkemli yapıtlar ortaya çıkarmış olursa olsun, gelişmesinin bir noktasından sonra kaçınılmaz olarak bireylerinin o kadar uyruklaşmış olmasına takılıp düşmeleridir. Kuşkusuz bu, kolektivizmin “kötü bir şey” olduğu anlamına gelmez. Yalnızca belli bir tür kolektivizmin, üretim araçlarının az gelişmişliği nedeniyle kişisel bağımlılık ilişkilerine dayalı ilkel/geleneksel kolektivizmin sınırlarını gösterir o kadar. Toplumsallaşmış bireylerin, özgür, bağımsız, çok yönlü gelişim ve yaratıcı inisiyatiflerine, kararlara doğrudan katılıp yer almasına karşıt olmayıp, bunu geliştiren ve kendisi de bu temelde gelişen yeni ve daha yüksek bir çağ kolektivizmi, ancak kapitalizmle birlikte, ve onu yıkarak mümkün hale gelir.

Kişisel bağımlılık ilişkilerine dayalı kolektivizm ise bir yandan üretici gücün geliştirilmesinin ta kendisidir, diğer yandan, bir noktasından sonra bunun engeli haline gelir. Birey ile toplum, toplum ile doğa, üretici güç ile üretim ilişkileri birbirinden ayrışmamış olduğu için, kolektif emek ve kolektif inanç seferberliği ile verili üretim araçlarının elverdiğinden çok daha büyük harikalar yaratılabilir. Fakat aynı nedenle topluluğun gelişiminin bir noktasından sonra, bireylerinin az gelişmiş oluşuna takılıp tıkanması da o kadar büyük olur. İnsanın toplumsallaşma sürecinin, doğrudan üreticiler ile üretim koşullarının (doğa) birbirinden ayrışmamış olduğu, ya da üretici güç olarak bizzat doğal kolektivizmi gerektiren bir varoluş tarzını öngören (kan bağı, katı gelenek ve inançlar vb) tüm biçimler, üretici güçlerin sınırlı bir gelişim aşamasına tekabül ederler. Üretici güçlerin gelişmesi bunları çözer ve bu çözülmenin ta kendisi, insanın üretici güçlerinin ileriye doğru attığı dev bir adımdır.


Kriz: Tıkanma ve yeniden yapılanma

Öcalan’ın değindiği “kabile krizi” bunun bilinen ilk biçimidir. Ancak önceden belli ve çok sınırlı -kendini eskisi gibi yeniden üretebilen- bir üretim organizasyonu biçimi olan kişisel bağımlılığa dayalı üretim ve yönetim ilişkileri ile üretici güçlerin gelişimi arasındaki çelişkinin bilinen ilk biçimidir. Yerleşikleşen komünal tarımcılığa ve sınırlı da olsa kolektif bir artı-ürün stoklaması ve maddi zenginlik birikimine geçiş, Öcalan’ın “ortak tapınak, ortak primitif ticaret, ortak duygu-düşünce ve ilkel demokrasi” dediği hiyerarşik kabile düzenini ortaya çıkaracaktır. Bölgedeki doğal bereketin yanısıra yabanıl buğday ekimine geçiş yapılmasının biçimi olan bu düzen, sınırlı ve yavaş birikim ile birlikte belli bir süre sonra krize girecektir. Yabanıl toplayıcılıktan tohumluk ayırarak ekim yapmayı bilen topluluk, nadası bilmiyordu. Bu da zamanla arazileri kullanılmaz hale getiriyordu. Sapanlı tarımı da ya bilmiyor ya da biliyorsa bile metalleri bilmediğinden taştan yapılan sapanlar dayanaksız oluyor, çok sınırlı bir üretkenliğe yol açıyordu. Nüfus yoğunluğunun zamanla artışı, çalışmayan bir azınlığın artı-üründen beslenmesi, vd. Kriz, tıkanma (birikimin tıkanması, toplumun kendini yeniden üretemez hale gelmesi) ve yeniden yapılanma demektir. Göbeklitepe’deki tapınak yerleşkesinin yaklaşık 1500 yıl sonra üzerinin toprakla doldurularak gömüldüğü saptanmıştır. Topluluk ya benzer bir kriz yaşayan başka bir topluluk tarafından istila edilmiş, ya tıkanıklığı aşamadığı için iç kargaşaya düşmüş (bunun sonucu isyanlar, çözülüp dağılma, eğer aynı koşulları bulabileceği bir yer varsa göçme, ya da fetih savaşları, vb), ya da ciddi iç sarsıntılardan sonra emek üretkenliğini artıran ve muhtemelen sınıflı topluma bir adım daha yaklaşan bir düzene doğru geçiş yapmıştır.

Göçebe avcı-toplayıcı toplululuğun yerleşikleşmeye geçişi de, kolektif-özel mülkü haline getirdiği (mülkiyetsizlikten kolektif de -diğer topluluklar karşısında özel- olsa mülkiyete geçiştir ki, içinde özel mülkiyetin tohumunu da barındırır) belli, sınırları olan bir toprağa bağımlı hale gelmeye başladığını gösterir. Doğayı dönüştürme ve kendini toplumlaştırma yolunda ilk büyük adımları atmış olmasına rağmen (artı-ürün stoğu, yabanıl ekim, küçük çaplı kanallar, dayanıklı ve taşınmaz yapı ve eşyalar, mitolojik inanç, tohum halinde yazı, matematik, astroloji), doğayı ve kendi faaliyetlerini bilinçli denetimi altına almanın uzağındadır. En sonu, ortada beyin denetimi altına girmiş, uyruklaşmaya başlamış bir topluluk vardır. Totemik anıtlardan birinde, bey kendisiyle aynı boyda yine insan olarak çizilen mitolojik tanrıdan (kabilenin kurucusu olan ataların ruhu) delikli taş biçimindeki temsil/iktidar yüzüğünü alırken resmedilmiştir. (Beyin, ataların ruhuyla en yakın ilişki içinde, ya da ilişki kurma becerisine sahip olduğuna inanılan baş şaman olması olasıdır.) Bu da beyin, “ataların ruhu adına”, topluluğun ortak özünü temsil etme ya da kendinde cisimleştirme yetkesini ele geçirdiğini açıkça göstermektedir. Belli bir kabileye kişisel bağımlılık ilişkisi, beye bağımlılık, uyruklaşma ilişkisine dönüşmüştür. Kadınlar ise özgürlüğü en fazla kısıtlanan kesimdir. Tüm bunlar açıktır ki, onun hem bireyler hem de topluluk olarak özgür olmadığını, Öcalan’ın sandığı ve idealize ettiği kadar özgürlükçü bir toplum olmadığını gösterir. Öcalan’ın tarım devrimine ve sonrasındaki her büyük tarihsel gelişmeye atfettiği “gerileme, düşüş, devrim karşıtlığı” öğelerinin bir çoğu bu toplumda da vardır.

Marksizm ve ütopik-reformizm

Marksizm ile ütopik-anarko-reformizm arasında, Göbeklitepe’ye yaklaşım konusunda temel bir ayrım da şudur: Ütopik-reformizm, insanlığın hiçbir zaman geri dönmeyecek olan, bu 12 bin yıl önceki tarihsel bebeklik dönemini, en naif, en yapmacıksız, en heyecan verici tomurcuklanma çağını, ideal toplum biçimi olarak sunuyor ve metafizik bir tarzda geri getirmeyi vaat ediyor. Ona eklediği tek şey: “İnsanlık eğer yaşayacaksa, tarihsel kriz toplumuna karşı kabile çağındaki demokratik, özgür ve eşitlikçi kültürü uygarlık boyunca kazanılan zihinsel ve kurumsal gelişmeler temelinde yeniden yaşamsal kılarak bunu başaracaktır.” Tüm anti-Marksist akımlar için tipik olan, Ocalan’ı da karakterize ediyor: Bu yaklaşımda emeğin toplumsal üretkenliği, üretimin ve bireyin toplumsallaşması, uzlaşmaz sınıf savaşı, sınıfsal-toplumsal-cinsel-ulusal kurtuluş için sosyalist devrim, sosyalist işçi konseyleri demokrasisi, komünizm yok. Peki, ne var? “Uygarlık boyunca kazanılan zihinsel ve kurumsal gelişmeler temelinde kabile demokrasisi”. Yani sınıf temeli olmayan, sınıflar üstü bir demokrasi! Öcalan’ın sosyalizme küfrettiği bilindiğine ve en azından cilalı taş devrine dönmemizi istemeyeceğini umabileceğimize göre, küresel tekelci kapitalizm ve mali oligarşisi koşullarında, hem devrimsiz, hem de sınıfsız ve devletsiz -aslında sınıflar ve devlet ile birlikte devrimi de perdeleyeceği umulan- kabile demokrasisi! Çok şey söylenebilir, uzatmayalım. Öcalan’ın önerdiği, kişisel bağımlılık ilişkilerine dayalı 12 bin yıl öncesinin bir topluluk düzenini, günümüz kapitalizmine uyarlamaktır. Ya da tersine günümüz kapitalizmini Göbeklitepe’ye uyarlamak, onunla sentezlemektir! Bunun, tamamına yakını kapitalistleşmiş, en büyükleri tekelci kapitalist holdinglere dönüşmüş, aşiretlerinin geri kalanını da kendi işletme ve topraklarında ücretli işçi haline getirmekle kalmayıp, aşiretsel bağımlılık ilişkilerini de kapitalist sömürüye uyarlayarak yeniden üreten Kürt burjuvalaşmış aşiret reislerinin çok hoşuna gideceği kesin! (Her bir aşiret patronu, kapısına “demokratik aşiret komünal holding” levhası asabilir. Bu, Proudhonvari, tüm çağların “iyi yanları”nın alınıp “kötü yanları”nın atıldığı, tam ideal bir çağlar üstü sentez olacaktır!)

Kürt işçi sınıfına, kent ve kır yoksullarına gelince, bu tür kafa karıştırıcı hem ütopik hem gerici anarko-demokratist vaatler, asıl onların bağımsız sınıf bilinç ve örgütlenmelerini engellemeye, sınıf sezgilerini köreltmeye, sınıfsal-ulusal-cinsel çok katlı köleliklerini estetize ederek perçinlemeye yöneliktir. Kürt işçi sınıfı ve yoksul emekçilerin, ulusal sorunun baskınlığıyla sınıf bilinç ve savaşımının gelişmemişliği, kapitalizmin -geriye doğru- kısmi bir eleştirisini de içeren bu tür burjuva ütopik-reformist anarko-komünalizme de ne yazık ki zemin oluşturuyor. “Sınıf savaşımının gelişmemiş oluşu kadar, kendi içinde bulundukları ortam da, bu türden sosyalistlerin kendilerini sınıf karşıtlığının çok üstünde görmelerine neden oluyor. Bunlar, toplumun her üyesinin, hatta en iyi durumda olanların bile, koşullarını iyileştirmek istiyorlar. Böylece bunlar, sınıf ayrımı yapmaksızın, toplumun tamamına, hatta tercihan egemen sınıfa seslenip duruyorlar. Çünkü bunların sistemini bir kez anladıktan sonra, insanlar nasıl olur da mümkün olan en iyi toplum için mümkün olan en iyi planın bu olduğunu görmemezlik ederler? Böylece bunlar, her türlü siyasal, ve özellikle de her türlü devrimci eylemi redderler; amaçlarına barışçıl yollarla ulaşmayı arzularlar ve zorunlu olarak başarısız kalmaya mahkum küçük deneyler ile ve örnek gösterme ile, yeni toplumsal İncil-i Şerif yolunu açmaya çalışırlar.” (Marx, Manifesto)

Biz ise, tarih biliminde yeni bir çığır açmaya başlayan Göbeklitepe’den, yalnız sınıfsız toplumdan sınıflı toplumlara geçiş sürecine dair değil, günümüz sınıflı toplumundan komünist topluma geçiş sürecine dair yeni şeyler öğrendik ve bu eleştirel-devrimci öğrenme ve tartışma çabamızı da sürdüreceğiz. Bizim komünizm ufkumuz, yalnızca sömürü, sınıflar, devlet, hormonlu ucube kentlerin değil, her türlü bağımlılığın, sınırların, işbölümünün, metanın, mülkiyetin, ulusların, ırkların, ailenin, dinin ve her türlü doğa üstü önyargının sönümlendiği, insanın üretim faktörü olmaktan çıktığı, emeğin bilimsel sanatsal sportif zevkli ve yaratıcı emek olarak bugünkü işkencenin karşıtına dönüştüğü, insanın doğa kentin kır ile uyumlu biçimde kaynaştığı, herkes yöneten özne olduğu yönetilen kalmadığı için demokrasiye de gerek kalmadığı, hiç kimsenin temel ihtiyaçlar diye bir sorunu olmadığından durmaksızın daha üst ihtiyaçların yaratılıp karşılanmasının temel bir gelişme dinamiği olduğu, zamanda ve mekanda özgürleşmiş, çok yönlü gelişmiş toplumsal bireylerin özgür bağımsız gönüllü bilinçli komünal birliğidir. Bizim komünist ufkumuz, kapitalist şeysel bağımlılık ilişkirinden geriye kapitalizm öncesi kişisel bağımlılık ilişkilerine, ya da bunların bir sentezine değil, sosyalist devrimci işçi konseyleri demokrasisi ile ileriye doğru insanla insan ve insanla doğa arasındaki her türlü bağımlılık ilişkilerinin ortadan kaldırılmasına doğrudur. İnsanlık “kabileler krizi”nden bu yana kişisel bağımlılık ilişkilerinden kaynaklanan kriz, kapitalizm boyunca da -son tahlilde yine kişisel bağımlılık ilişkilerine dönüşen- şeysel bağımlılık ilişkilerinden kaynaklanan bir kriz ve felaketler yaşıyor. Söz konusu olan bir bütün olarak kapitalist uygarlığın (sınıfsal-toplumsal-cinsel-ulusal-doğasal) krizidir. Bunun biricik çözümü, uygarlıktan uygarlık öncesine dönmek, ya da Proudhonvari kapitalizm ve kabile düzeninin “kötü yanları”nı atıp “iyi yanları”nı hayali olarak sentezlemeye çalışmak değil, yeni ve daha yüksek bir uygarlığa, komünist devrimci uygarlığa yüzümüzü dönmektir. Bu, ilk komünal toplulukların ya da Göbeklitepe’nin, basitçe olumlaması da, basitçe yadsınması da değil, yadsımasının yadsımasıdır. Yeni ve daha yüksek düzlemden, üretimin emeğin bilginin görülmemiş küresel toplumsallaşması temelinden, uygarlık boyunca tüm sınıf mücadelelerinin devrimci derslerini özümsemiş olarak, kapitalizmin içindeki uzlaşmaz sınıfsal-toplumsal çelişkilerin kaçınılmaz tarihsel gelişim yönü temelinde, proleter devrimler dalgasıyla, bu son sınıflı toplumu yıkarak. Hiçbir beye, hiç bir tapınağa ihtiyaç duymayan komünal toplum!

EK: Sınıflı topluma geçiş süreci

Göçebelikten yerleşik yaşama bir çırpıda değil binlerce yıllık karmaşık-diyalektik bir geçiş süreci yaşanmıştır. Göbeklitepe’deki bulgular hem göçebe hem yerleşik tarımsal üretim tarzlarının özelliklerini gösteren bir çağ dönümü toplumuna özgüdür. Tapınak ve kabartmaların, ve bunun için gerekli araçların yapılması için en az bin kişinin uzun süreli çalışmış olması gerektiği, bunun için de günübirlik avcılık-derleyicilikten azade bir serbest zamana, yiyecek stoğuna ve sabit barınaklara sahip olmaları gerektiği açıktır. O dönemin ve coğrafyanın (Mezopotamya, bereketli hilal) insanı doğal ürün bolluğuyla yılın bir-iki mevsiminde yapılan devşiricilikten bir artı-ürün stoklaması yapmayı ve giderek topladıklarının bir bölümünü tohumluk olarak ayırmayı öğrendi. Büyük bir merkezi ambara, yani toplumsal artı-ürün stoğuna sahip olmak, gündelik geçim zorunluluğunun üstüne çıkarak, o dönemin koşullarına göre, böylesine muhteşem bir kolektif eser yaratabilmenin zorunlu koşuludur. Bin kişiyi beslemeye yetecek merkezi kolektif ambar, yani toplumsal artı-ürün stoğu, henüz tam yerleşik düzene geçmemiş olan insanı göçebilikten kesin olarak ayırmaya başlayan üretim koşuludur. Göbeklitepe’deki 12 bin yıllık tapınağın, bugünkü gerici-metafizik din anlayışıyla uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. O, öncelikle göçebelikten yerleşik yaşama geçmeye yüz tutan insanın kolektif üretim aracı ve koşulu olarak, büyüyen toplumsal artı-ürününü depoladığı tapınak ambarıdır. Ambarlar, topluluğun kendi geleceğini kendi ellerine alma çabasının en somut ifadesidir. İnsanın doğa üzerinde harcadığı emeğin -gündelik tüketim dışındaki- kısmının gelecekte kullanılmak üzere toplumsallaştırılarak depolanmasıdır. Herkes kendi emek ürününün tüketebileceğinden fazlasını topluluğun ortak ambarına teslim eder. Herkes ürün olmayan mevsimlerde ona yapmış olduğu katkı ölçüsünde ya da dara düştüğünde ihtiyacı kadar, topluluğun ortak ambarından payını alır.

Göçebelikten yerleşik yaşama geçiş sürecinde ambarlar, binlerce yıl içinde, önce her barınağın içinde ya da yakınında içleri kille sıvanmış depolama çukurları, sonra tüm topluluk için büyük tahıl ambarları, daha sonra da daha büyük tapınak ambarlarına doğru evrimleşmiştir. Toplumsal artı-ürünün depolandığı ambarlar, aynı zamanda, bunun bir kısmının ekimlik tohum, bir kısmının da hayvan yemi olarak ayrılarak, bitki ve hayvanların evcilleştirilmesinin, yani tam yerleşik yaşama geçilebilmesinin de ön koşulunu oluşturur. Başka deyişle tapınak ambarı, avcı-toplayıcı göçebelikten hayvan ve bitkilerin bizzat insan tarafından evcilleştirilip üretildiği topluma geçiş sürecinin son kademelerinden biridir.

Bu toplumlar, henüz göçebelikten tam sıyrılmamakla birlikte, yarı-göçebe olarak da tanımlanmaz. Baskın olan eğilim, yerleşikleşmedir. Onları göçebelikten ayıran şey ambar ise, tarımcılıktan ayıran da şudur: Tarımcı toplumlar, ekim yapacakları tohumluk ürün için fazladan çalışmak, bunun için ne kadar ürünün yeniden üretim için ayrılacağını hesaplamak, emek sürecini toplumsal olarak buna göre planlamak zorundadırlar. Bu da Göbeklitepe’de astroloji, matematik ve yazının tohumlanmaya başlamış olmasının açıklamasıdır. Tarımcılığa tam geçmemiş, yerleşikleşen toplayıcılarda ise, ambarlanan ürünün tamamına yakını yılın geri kalanında tüketmek içindir. Ne var ki, doğa koşullarının istikrarsızlığı, kıtlık tehdidi vb, özellikle bolluk mevsimi ve dönemlerinde, bu en kötü olasıkları gözerek yılın geri kalanındaki gereksinimin üzerinde ambarlama eğilimini geliştirir. Bu gereksinimin üzerindeki fazla da, ilerleyen dönemlerde tohumluk olarak ayırma olanağını, giderek zorunluluğunu, yani tarımcılığa geçişin koşulunu oluşturur.

Ambarlama ve yerleşikleşme ile birlikte, sabit konut, buğday öğütme ve pişirme araçları, çeşitli saklama ve taşıma kapları, taşınmaz araç gerecin üretilmesi olanağı ve ihtiyacı da ortaya çıkar. Bu da kullanım değeri biçiminde de olsa bir maddi zenginlik birikimine yol açar. Yine nüfus artışı, geniş ailenin ortaya çıkması, köy komünleri, birbirine yakın köylerden oluşan oba yaşamı, kolektif mülk haline gelen arazinin ve ambarın (göçebe toplulukların yağmasına karşı) korunması, doğal ürünün bol olduğu mevsimde daha yoğun (gereksiniminin üzerinde) çalışma zorunluluğu, bunun için emek sürecinin daha iyi organize edilmesi, farklı yerlerdeki besin kaynaklarına ve farklı emek alanlarına göre toplumsal emek organizasyonu, herkesin yapmış olduğu katkıya göre stoklanmış ürünün dağıtımı ve bunun için ambarın yönetimi, aynı zamanda maddi zenginlik birikiminin gelecek kuşaklara devredilmesine dönük kurallar, ve tümünün gerektirdiği daha karmaşık bir toplumsal organizasyon ve merkezileşme süreci ortaya çıkmaya başlar. Tümünü uzun erimde belirleyen üretim tarzındaki dönüşüm sürecidir: Göçebe avcı-toplayıcı topluluklar, çok sınırlı gereksinmelerinin bir gıdım üzerinde çalışmazlar. Bu gereksinmelerini günde ortalama 3-4 saatlik bir çalışmayla karşılasalar bile, geri kalan serbest zamanlarını eğlenip dinlerek geçirirler. Yerleşikleşen toplayıcı toplulukların ise hem gereksinmeleri büyümüş ve karmaşıklaşmış, hem de emek üretkenliğini artırma ve ambarlama zorunluluğu nedeniyle, en azından dönemsel olarak gereksinmelerinin üzerinde çalışma, bunun için de serbest zamanlarını çalışma zamanına ve tabii artı-ürüne dönüştürülmesi zorunludur.

Bunun en temel sonucu ise, kalıcı beylik kurumlaşmasının ortaya çıkması ve giderek tüm toplumsal emek ve yaşamın örgütlenmesinin merkezi ve asli unsuru haline gelmesidir. Göçebe topluluklarda savaş gibi elbirliğini gerektiren durumlarda geçici önderler vardır, ancak bu kalıcılaşmaz ve danışmanlığın ötesine geçmez. Herkes kararlara katılır ve yer alır. Yerleşikleşen toplumlarda ise kalıcı ambarlama ve gereksiniminin üzerinde çalışma gereği, kendi ambarı ortak ambar haline gelen ve onun (toplumsal artı-ürünün) sorumlusu olan kalıcı beyliğin de koşulunu oluşturur. Beyin ilk elde hemen hiçbir maddi ayrıcalığı yoktur. Tam tersine herkesten çok çalışmak, ambara herkesten fazla katkıda bulunmak zorundadır. Herkese gereksinmesi ölçüsünde dağıtabilmek için ortak ambarın gelişimini sağlamaktan sorumludur. (Zaten herkesin kişisel ambarlardan ortak ambara geçiş, en yetenekli ve çalışkan olanın ambarının ortak ambara dönüşümü ile gerçekleşir.) Ne kadar çok dağıtırsa, o kadar çok prestij kazanır. Fakat bir noktadan sonra daha çok verebilmek için, daha fazla alabilmesi, bunun için de başkalarını çalıştırması gerekir: Beyin ilk ayrıcalığı çok karılılık olarak ortaya çıkar. Tüm yerleşikleşen toplayıcı topluluklarda, beyin çok karılılığı, evrensel bir olgudur. Bey kendisi çok çalışmakla kalmaz, karılarını ve çocuklarını da çok çalışmaya zorlar. Kadınların olağandan çok çalışması, tüm toplum sathındaki kadınlara yayılır.

Böylelikle, topluma en çok veren olma prestijiyle, toplumu temsil etme ayrıcalığını da kazanır. Ortak ambara dönüşmüş kendi kişisel ambarında birikmiş toplumsal artı-emeğin denetleyicisi haline gelir. Daha fazla verebilmek için toplumsal artı-ürünü artırmak, bunun için toplumsal emeği daha iyi organize etmek, giderek de daha fazla çalıştırmak arayışına girer. Bu noktada, ataların ruhlarına (toteme) yapılan adak, giderek onların yeryüzündeki temsilcisi olduğuna inanılan beye yapılmaya başlanır. Bey, canlı totem halini alır. Beylik kurumlaşmasıyla, doğrudan üreticiler artık, neyin, ne kadar, nasıl ve kimin için üretileceğine ve yapılacağına kendi başlarına, komünal organlarıyla karar veremez hale gelirler. Emeklerinin toplumsallaşması bey dolayımıyla gerçekleştiğinden, toplumu kendi emek ve iradelerinin sonucu olarak göremezler. Bey giderek toplumu ikame etmeye başlar. Köyün en büyük ambarı, tapınağa; bey tapınağın totemik ve yönetsel liderine dönüşecektir.

Bu evrede halen sömürü, sınıflar, devlet ortaya çıkmış değildir. Fakat başta cinsler arası, yaşlılar ile gençler arası, bey ile topluluk arası, beyin yakın ve uzak akrabası olan aileler arası eşitsizlik, hiyerarşi ve toplumun katmanlaşması başgöstermeye başlamıştır. Sınıflaşma, 1- Beyin topluluk adına denetlediği kolektif artı-ürün birikimini geri dağıtmayıp en azından bir bölümüne kendisi için el koymaya başladığında, 2- Egemen zümrenin doğrudan üreticilerin doğrudan karar organlarını ortadan kaldırıp, artı-emeğine el koymak üzere kendisine bağlı özel bir baskı aygıtı geliştirip zor uygulamaya ve doğrudan üreticileri kendi tayin ettiği kadar bir artı-ürün üretmeye zorlamaya başladığında ortaya çıkar.

Bazı kaynaklar:
Grundrisse, Marx
Komünist Manifesto, Marx
Eşitlikçi Toplumlar, Mustafa Cemal
Özgürlük ve Yabancılaşma, Davidov
Göbeklitepe Uygarlığı: Kimliğini Arayan Kent, Sait Üçlü
Göbekli Tepe: En Eski Tapınağı Yapanlar, Klaus Schmidt
Öcalan’ın Göbeklitepe’ye ilişkin yazı ve değerlendirmeleri

2 comments

  1. Merhabalar; sosyal şövenizmi zihniyetlerinden bir bir türlü atıp özgürleşemiyen doğmatik “komünist” arkadaşlar…Bilirsinizki halk arasında meşhur Deve hikayesi vardır..”Deveye sormuşlar..neden boyunun bu kadar eğri diye..Nerem doğru ki…” demiş…Şu Göbeklitepe yazınızdan öyle çok falso varki o kadar çok eleştirisi yerini bulamayan adaletsiz görüş varki hangi birisini ele alıp düzeltmeye kalkacağıma şaşırdım kaldım inanın..Bir koca broşür çıkabilir bu çok aşırı Öcalan önyargısından inanın..1- Bu kadar “büyük abilik” taslayıp dağın fare doğurması gibi bir yazı kaleme almak hiç yakışmıyor ve hiçte ciddi görünmüyor dostluğa..gerçi dostluk neresinde o da zaten hiç görünmüyor görünen çok derin bir Öcalan karşıtlığı ve önyargılılğı olduğu yazınız9ı okuyan ortlama önceden angaje olmamış bir kişi bunu bu önyargıyı çok rahat görür ve görülüyor bu önyargı.2- Öcalannın kitaplarının okunmadığı ortaya çıkıyor bu hiç bir ciddi “komüniste” zaten yakışmaz ama zaten yazının tümü okunduğunda eleştiri adı altında bir çeşit iftira-söylenmeyeni “yakıştırma” olmayan bir “ilkel demokrasi” sözcüğünü sürekli kullanmadan da anlaşılıyor…Kitaplarda geçen ana NEHİR düşünce iki uygarlığın varlığıdır…Birincisini insanlığın varoluşndan bugüne kadar yani günümze bağlayan insanlığın esas uygarlığı olarak tanımlar yazılarında..Diğer adı DEMOKRATİK UYGARLIKTIR…İkinci sivilzasyonu (Uygaarlığı) 4-5 bin yıl önce belirli bir bölgede başlayan önceleri belirli bölgelerde sınırlı şehirli-devletli-sınıflı toplumlar olarak elealır…Günmüze gelindiğinde bu sınıflı devletli şehir-site devlet sivilizasyonunun bir Dünya kapitalist sistemine dönüştüğünü aktarır.3- Kapitalist Uygarlık kitabı iki cilttir ve orada da özellikle ve sürekli sınıflı-devletci uygarlık ile birebir bağını kurar kapitalist sistemin değil zorunlu-ileri bir aşama; insanlığa karşı en büyük ihanet olduğunu söyler.Bunu yerine 12 binyıl önceki ilkel demokrasiyi değil insanlığın varoluşundna bu yana içinde hücresinde zihniyetinde insan olmanın varoluşsal otantik varlığı olan toplumsal ahlak ile bir bütün olduğunu bu toplumsal ahlakın yıkıla sömürüle saldırılara uğraya uğraya sömürülerin geliştirildiğini buna karşı zaten insanlığın Atomarında varolan DEMORATİK TOPLUMU eşitlikci-paylaşımcı-insani ahlakı koyar..Bu ahlak;toplumu birarada tutan temel insani fefleks-gönüllü toplumcu toplumu ileriye iyiye güzele götüren bir ahlaktan bahseder…Yani toplumun yaşam koşullarını olumlu iyi yönden geliştiren her tutumdur.Bu anlamda ahlaki olan toplumsaldır yani toplumun yaşamını düzelten garantiye alan ilerleten her davranış ahlakidir..Bu bir toplumsal bir şiir yazmakda olabilir en dar günlerinde topluma çıkış yolu göstermekte olur..yeni bir buluşu kara yönelik değil yaşamın daha güzele iyiye olumlu yönünü gelitirmeye yönelik kullanıma sunmak da ahlakidir..Yani “Toplumsuz olmak” toplumu sömürüye-züülme açmak yıkıma uğratmak devletci sivilizasyonlarda kapitalciler gibi ahlaksızlıktır.Bu anlamda kapitalist uygarlığı devletci sınıflı uygarlıktan ayırmaz Öcalan..Demokratik uygarlığı (düşündüğünüz gibi İlkel demokrasicilik değil) insan toplumlarının yüzbinlerce yıl oluşumunu garanti altına alan bir eşitlikci özde demokrasiden bahseder ve belirtir daha dün yönetici kliklerin çalıp içini boşaltıp kullandıkları bu özde insanlığın varoluşsal tavrını demokrasiye Demokratik Uygarlık adı verir..Komünün ilk olması onun i lkel olması demek değildir tıpkı ilk canlı hücrenin “ilkel” olması gibi.Yani olmazsa olmaz bir hücreye “ilkel” demek kadar yaşamı inkar etme olamaz.O ilk hücre olmasa zaten daha sonraki bu kadar harika canlı organizma olamazdı..3- toplamı 5 cilt tutan o kitapları zahmet edip bulurda okuma olanağınız olursa 12 bin yıllık Göbeklitepe nin Öcalanın 20 sene önceden söylediği tezlerinin doğruluğunun ispatının “anıtları” olduğunu görebilecekseniz ama bu kadar baştan önyargı ile aşıkveysel görür siz göremezsiniz çünkü zihni körlük-yürek kalp körlüğü oluşmuş düşüncenizde..Bir daha hakkını vererek okuyun yazın olmayan teoriler üzerinden Göbeklitepe ispatı artık istensede saklanamayacak bir hakikat oldu..Bir gün bunlarla asaslı bağlantısını Öcalan nasıl önceden kurduğuda anlaşıldı..Neolotik toplumun ne anlma gleiğini deo kitaplarda anlayabiliyoruz ki Yaşayan en ünlü sosyologlarda olumluladılar bunları…Avcılık ney toplayıcılık ney tarım -köy devrimi ney? Demokratik Uygarlık ney sınıflı devletci toplum ney? anlaşıldı..Diyalektik ibilimi bize diyorki “olaylar ve olgular karmankarışık birbirinden kopuk olarak asla yorumlanamazlar yani ..bir “Olayı” anlatır ararştırır aktarırken “Bir varmı bir yokmuş..”diye başlarsak orada herkes heyecanla bşir masal anlatacağımızı anlayabilir..ama tarih elbette Diyalektik bilimi işletilmeden anlatılırsa masala dönüşür..En temel ilkeler bir “olay” için ilk devrimci haikikat sorusu 1-Kim-Nerde-Ne zaman veya 1-Yer yani nerde geçiyor “olay” coğrafya açıklanmak zorunda..”Çinseddi kurulmuş” dendiğinde..Nerede örülmüş–ne zaman örülmüş kime karşı niye örülmüş soruları gelir yoksa hikaye anlatımına girer inandırıcılığ kalmaz hakikati zayıflatır..Birincisi YER yani coğrafya tanımıdır.2.İkincisi ZAMAN yani tarih..”Olmuş-kurulmuş-kale örülmüş sed çekilmiş-Mısır ile hititler savaşmış olmaz…NE ZAMAN OLMUŞ? 3-OLAY yani olan nedir? Örneğin “kapitalizm oluşmuş-gelişmiş denirse veya proleterya doğmuş-gelişmiş denirse sanki bun olanlar tanrının kaçınılmaz buyruğuymuş illada TARİH böyle olacakmış gibi bir doğmatik tek sıra düz çizgili ardı-ardına “gelişen” insan iradesinin dışın olan bir şeymiş gibi algılanır ki insanlık o zaman madem üretim alet ve araçlarının gelişim seviyeleri bunları belirliyor o zaman Kölecilik zorunlu éiyilik” yani gelişmek için KÖLE olmak gerekir gibi çok tehlikeli bir alayış çıkarır.Veya işçileşmek iyiymiş bir ilerleme zorunlu aşama gibi anlaşılırki bu çok gerileme demektir çünük ömrünü karın doyurmak aile doyurmakla geçindiren kişilikten özgürlükcü başkaldıran kişilik değil köleci boyuneğmeci ikişilik çıkar yetişir.İstisnalar olsada işçi modern köledir asla işinden öyle kolay koparamazssın çünük zihni kölelik oluşmuş..Özgür demokratik insanlar söürüyebaşkaldırırlar bu da insanlığın oluşum mayasında olan AHLAKİ komünalci eşitilkci özgürlükcü zihniyettir.Yani Bolubeyinin ırgatı değil celladı olmak için Köroğlu olmak gerekir yoksa bir ömürboyu bir işçiyi özgürlük mücadeleine kaldıramazssın..Ancak daha önceki demokratik toplumdan aldığı boyuneğmeme kişiliği trihi varsa devrimcileşir kölelik almışsa ancak çakal-tecavüzcü lümpen olur işçidir ama lümpendir ahlaksızdır çünkü geçmiş tairih temeli yoksa çok çabuk boyuneğip egemenlere hizmet ederler.Türk halkının içler acısı durumu gibi “Keloğlanlaşırlar” yani ayranı yoktur içmeye ama illada padişahın kızın almaya niyetlenir..Komünistide-solcusuda Anadol halkını zaten tanımazlar tanıdıklarını sanırlar.Nerdenmi biliyorum? Kenidin tanımayan zaten bir bşakasının hakikatini asla anlıyamaz tanıyamazlar..Kürt halkının mücadelesine bu kadar yabancı olmak ancak böyle açıklanabilinir,anlışabilir.Hem sözde” kalleşce bir “kardeşli” hem öncü komünist “abilik” taslamak ancak resmi türkülk ile mümkündür..Enver ile M.Kemalin “komünistliği” gibi çokda inandırıcı değil yani..Bir hayal kırıklığınıda belirteyim geçmiş tairihini yaratan ihtilalci insanlarımıza bir tek söz yoktur saygı vardır onlar coğrafyamızın tarihlerimizi yüz akıdırlar yanlış anlaşılmasın diye eklemek zorunda kaldım bunu ama “Arnavutluk savuulmadan sosyalzim savunulamaz” gafının ciddi bir özeleştirisini bile hlakımız hiç göremedi…Selamlarla yayın hayatınızda başarılar dilerim.

  2. Alirıza yılmaz

    Arkadaşlar bu yazı eksik ve okumalar yetersiz…Demokratik Modernite anlaşılmamış..”Kaln” zamanı ilkel komünal olaabilir ama Neolotik yani tarım köy devrimi 15 binyıl tutuyor..Kapitalist uygarlık 5 bin yıl..Birincisi insanlığın bütün olumlu özellikleri yni insanlaşma kollektif-komün yaşamı olurken diğeri sınıflı devletci sivilizasyon oluyor ama asla KOMÜNAL demokratik yaşam bitmiyor..bitse insanlık bitmiş olur.Sayın Öcalanın bahsettiği Demokratik Uygarlık bugünde yaşıyor.AHLAK varsa insanlık vardır.Yoksa bitmiştir.Yani “Tarih günümüzde gizli biz tarihin başlangıcında gizliyiz” sözü bu anlamda söyleniyor.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

*