28 haziran sabahı polis kontrolüne takılan bir sarı mercedes taksinin içinde üç genç vardı ve ehliyetsizlerdi. Fransa’da araba kullanabilme yaşı 18 ve Nahel daha önce yine araba kullanmış ve yakalanmış, ikinci kez yakalanmasının bedelinin daha ağır olacağı endişesiyle kontrol noktasından uzaklaşmak istemiş. Ve bedelini canıyla ödedi.
Nahel’in öldürülmesini meşrulaştırmak için polis, ‘ arabayı üzerime sürdü kendimi savunmak için ateş etim’ diye savunma yapmıştı. Daha sonra kontrol noktasında oradan geçen birinin yaptığı kamera çekiminin yayınlandı. Polisin yalanının ortaya saçılması, cinayetin apaçık ortaya çıkmasıyla başta Nahel’in oturduğu Nanter semti olmak üzere Paris ve Fransa’nın bütün aşelem (belediye evleri) bölgelerinde sokak gösterileri başladı.
Önce bulundukları mahallelerde araç ve çöp bidonlarını yakarak başladı gösteriler. Bu Fransa’da sık olan birşeydi. İkinci ve üçüncü günü artık mahallelere sığmayan gösteriler aşelemlerinin bulunduğu mahellelerin yakınlarındaki mahallelere oradan şehirlere doğru yayıldı.
2005 yılında yine Paris’in banliyölerinden birinde iki genç top oynamaktan gelirken polis kontolünden kaçarak bir elektrik direğine sığınmıştı ve orada elektrik akımına kapılarak yaşamlarını yitirmişlerdi. Aşelem ayaklanmalarında bu nedenle 2005 milad olarak alınır. Nahel için sokağa çıkanlar da 2005-2023 isyan diye duvarlara yazılar yazıyorlar ve 2005’i unutmadıklarının altını çiziyorlar.
Sokak gösterileri iki biçimde ilerliyordu. Bir yanda Nahel’in annesi ve dernek ve kuruluşların organize ettiği daha kitlesel gösteriler, bir de direk aşelemde oturan 13-25 yaş arası gençler. Bu iki farklı gösteri biçimi hem birbiriyle iç içeydi hemde ayrı. Birini orta yaş üzeri aileler organize ediyordu daha çok yas biçiminde bir protestoydu. Bu gösteriler aşelemlere uzun yılardır konumlanan cami ve onun etrafındaki islami örgütlerin de işin içinde olduğu eylemlerdi. İkincisi ise aşelemlerde dogal hayatta daha çok öğleden sonra ortaya çıkan, sadece devletin dışladığı değil aynı zamanda cami ve derneklerin de dışladığı, büyük bir çoğunluğu 18 yaş altında olan gençler.
Bu gençler sokak gösterilerini burjuva demokrasisinin tahammül sınırlarını parçalayarak akşamdan mahallelerinden başlayıp sokaklara ardından en yakın ticaret merkezlerlerine oradan da büyük mağazalara ve kent merkezlerine paralel caddelere taşıdılar. Gençler devletin ciddiye almadığı tik tok snap chap ve benzeri iletişim aplikasyonlarını da çok iyi kullandıkları için bildik geleneksel bir örgüte sahip olmamalarına rağmen bu agları kulanarak hedefi belirledikleri yerlere polisten daha önce giderek vurucu eylemler yaptılar ve polisin kent kontrolünü kırmayı başardılar.
Burjuva demokrasisinin sınırlarını da çok hızlı açığa çıkardılar. İlk iki gün gösterileri ciddiye almayarak konsere giden Macron üçüncü günü ailelere çocuklarını kontrol etmeleri çağrıları yaptı ve bunun içerisine yedirilmiş tehditlerle birlikte eylemlere katılacak çocukların ailelerine para cezası verileceğini açıkladı. Ardından eylemlerin bu kadar hızlı ve organize yoğunlaşmasından internet ağlarını sorumlu tutarak, internete erişimi yavaşlatma kararları ve kent merkezlerine özel birimler ve asker indirerek ve devlet terörünün dozunu artırarak gerçek yüzlerini açığa vurmuş oldular. Diger yandan da önümüzdeki dönemde gelişecek daha sert sokak gösterilerine karşı yaptıkları ön hazırlıkların ilk provalarını bu sokak gösterilerine karşı denediler.
On gün boyunca sokaklarda gösteriler devam ederken bir yanda yanan arabalar çöp bidonlarından yükselen dumanlar, ticaret merkezlerinin camlarının kırılarak dağıtılmasının görüntüleri ve ticaret merkezlerinden yükselen alev ve dumanlar. Diger yanda televizyonlar ve gazete maşetlerinden yükselen ve doğrudan bilinç manipulasyonuna yönelik hazırlanan tv programları, haber arası çok bilmiş burjuva “uzmanlar” ve sosyologlar psikologlar havada uçuşuyor. Ve herkes gösterilerin başlama nedenini de ve tarihsel-toplumsal arka planını unuturcasına yakılan araba sayısı çöp bidonu sayısı kırılan dükkan “yağmalanan” mağaza görüntüleri arasında ırkçı provokatif yayınlar yaparak bir ön alma bir gelecek altyapısı oluşturma hazırlığı ve telaşı içerisinde kameraları. Daha da kötüsü başta işçi sınıfı olmak üzere geniş bir kesime kırılan camları yakılan arabaları ya da kamu kurum ve kuruluşlarını tartıştırmayı başardılar. Kim bunlar sorularınıda lekeleyerek ve perdeleyerek anlattılar. Aklıma Nazım’ın “ellerinize dair” şiiri geldi.
Kim bu aşelemlerde (belediye evleri) yaşayanlar? Nasıl oluştu bu mahalleler, kimler yaşıyor ya da yaşamak zorunda kalıyor bu evlerde?
Fransa’da konut sorunu 19. yüz yılın ortalarından itibaren kapitalizmin gelişimiyle paralel başlayıp derinleşti. İkinci Dünya Savaşı sırasında 500 bin konutun yıkılması ve bir milyon dokuzyüzbin konutun hasar görmesi Fransa’da ağır konut sorununu daha da yıkıcı hale getirdi.1954-1955 kesitinde kışın sert geçmesiyle birlikte sokakta yaşayan ya da barakalarda kalan ve sayıları net bilinmese de yüzlerce emekçi insan sokaklarda donarak öldü. Yoksul bir kadının sokakta avucunda evde atılma kağıdıyla donmuş halde bulunması üzerine konut sorununun üstü örtülemez hale geldi. Geniş kitlelerin tepki ve eylemlerin çığ gibi yükselmesiyle birlikte devlet konut sorununu lütfen gündemine almaya başladı.
İlk elde sokakta kalanların soğukta sığınması için küçük barınaklar yapıldı, daha sonra 1957 yılında bu aşalemleri kurma hazırlıklarına başlanıldı. Ama bu da aslen kapitalizmin çıkarlarına bir projeydi. Savaştan sonra hızlanan kapitalist gelişmeye dönük göçmen işçi ihtiyacı artırıyor, bunun için önce sokakta yaşayan ve barakalarda kalan yoksul ailelere konut inşa ediliyor. Daha sonra bu projeler genişletilerek göçmenleri de kapsıyor, göçmen işçi çalıştıran şirketlerden yüzde bir konut parası kesilerek, konut bakanlığının büyük çaplı konut projeleri başlatılıyor. Bu ilk projeler merkezi ısıtma sistemleri, kütüphane, sağlık ocağı, kreş, çamaşırhane, küçük kafe ve bakkallar, yardım kuruluşları, tercümanlar, dil kursları, park bahçelerle aynı zamanda göçmenlerin entegrasyonunu ve asimilasyonunu hedefliyor. O dönem bu evler, düşük ücretli çalışmayı teşvik etmeleri nedeniyle çokça tartışılmış.
1970’lerden itibaren devlet yeni konutlar inşa etmeyi durdurdu ve neo liberal dönüşümün bir parçası olarak “serbest piyasa”, özelleştirme teorilerinin havalarda uçuştuğu yıllarda devletin ilk elini çektigi alan da burası oldu. Yeni konutlar inşa etmeyi durdurduğu gibi daha önce yapılanları da belediyelere ve yoksulluk yönetişim organizasyonlarına terk edildi. 90’lı yıllara kadar yeni konut inşa edilmedi, yeni göç dalgalarıyla birlikte yakıcılaşan konut sorunuyla birlikte gelen yeni göçmenler ev bulamayınca tanıdıklarının yanına yerleşme ve benzeri çözümlerle bu sosyal konutlardaki yaşayan oranı iki üç kat arttı. Buralar yoğun göçmen mahallelerine dönüşürken durumlarını azçok düzelten yoksul Fransızlar ise bu mahalelerden çıktılar. Gelen göçmenlerin ağırlığını Fransa emperyalist kapitalizminin eski sömürgelerinden, müslüman Afrika ülkeleri Fas, Cezayir, Mali, Senegal, Nijerya’dan, Tunus’tan (az da olsa Türkiye gibi ülkelerden de göçmenler var) göçmenler oluşturuyordu.
Farklı uluslardan gelen göçmenlerin ortak bir noktası müslüman olması, dogal bir yakınlaşma ve ortak mekan arayışlarında cami için mekan talepleri de oldu. Fransız devletinin sömürgecilik zihniyetinde kısmi bir kültürel özerklik tanıyarak ekonomik sömürü ve siyasal hakimiyetin sürdürülmesi vardır, bunun ülke içindeki göçmenlere uygulanması da, göçmen işgücü ucuza fabrikalarda çalışsın, ama yaşam alanlarında da içe kapalı kalmaları, Fransız toplumu ve işçileriyle kaynaşmalarının engellenmesi, biçiminde oldu.
2000’lerin başında bu sefer büyük sanayi yatırımları ucuz emek ülkelerine doğru kaydırılmaya başlandı. Fabrikaların taşınması bir de buna tekonolojik yenilemelerle daha az işçiye daha çok iş yaptırma başlayınca kendini ilk kapının önünde bulan yine en güvencesiz ve örgütsüz olan göçmen işçiler oldu. Göçmenlerin büyük bir bölümü ya işsiz kaldı ya da daha kötü, güvencesiz, düzensiz, geçici işlerde çalışmak zorunda kaldı. Göçmenlerin artan bir kesimi yardım kuruluşları ya da işsizlik kurumlarının önünde uzun kuyruklar oluşturdu. Yıllar boyunca bu kurumların önünde her gün saatlerce ayakta bekletilmeleri bile bir toplu mobbing, aşağılama ve ırkçılığın ifadesiydi. Kapitalizmin krizinin ilk tırpanı da göçmenler için daha da hayati olan sosyal yardım ve sosyal hakların hızla budanmasıydı.
Artık Fransa mali oligarşik kapitalist devleti göçmenlere yalnızca konut yapmamakla kalmıyordu, okul da yapmıyordu. Öğretmen de atamıyordu. Göçmen çocukları azalan sayıda okula yığılıyor, göçmen mahallelerinde okul sınıfları ortalama 62 kişilik, öğretmenler stajiyer, sağlık ocakları kapatıldı ya da hizmetleri çok sınırlandı. Kreşler kapatıldı.
Her düzeyde büyüyen bir sefalet birikimi ve artan dışlayıcılık ve ırkçı baskılar ile buraya gelindi. Bugün bu aşalemler artık büyüyen kentlerin içinde kaldı ve kentlerle iç içe geçmiş durumda. Bir yandan vahşi emek sömürüsü, sefalet ve ezilmeye maruz bırakılan göçmenler diğer yandan geldikleri ülkenin (Fransız devleti tarafından da desteklenen) en geri-egemen dinsel-kültürel özelliklerine tutunmaya zorlanarak yalıtılıyor. Diğer bir yandan büyük mafya-uyuşturucu tüccarları, uyuşturucu depoloma ve ucuz dağıtım ağlarını yoksul göçmen çocukları üzerinden yayarak bu bölgeleri kendi merkezlerine dönüştürdüler. Tabi ki bu çetelerden de piramit yukarı ya dogru yükseldikçe devlet içi ortaklıklar ve nemalanmalar düşündügümüzün çok üzerinde.
İşsizlik, yoksulluk arttıkça yaşam mücadelesi hayata kalma mücadelesine dönüşüyor. Göçmen aileler büyüten kentlere vazıfsız, güvencesiz, taşeron, iş gücü olarak dağılıyorlar. Temizlikten bebek bakıcılığına yaşlı bakımından hastane temizligine restorantların zemin katlarından inşaat sektörüne geniş bir alanda uzun çalışma saatleri ve agır ve sağlıksız çalışma koşulları ve çok düşük ücretlere çalışmak zorunda kalıyorlar. Ya da onu da bulamayıp 450 euro gibi (asgari ücretin 4’te birinden az) sadaka benzeri yardımlarla ayakta kalmaya çalışıyorlar.
Yoksul göçmen ailelerinin çocukları artık kentlerin içinde kalan ev bölgelerinin dışındaki hayatın bir parçası olmak istiyorlar. Diyeceksiniz ki engel mi olunuyor? İlk bakışta bir engel yok gibi görünür. Burjuva demokrasisi tam da böyle bir şey sana serbesti vermiş görünür, ama kapıdan dışarı çıkınca sana sunulan yaşama dahil olabilmenin birden çok bedeli vardır. En başta hareket ve yaşam alanın ücretin kadardır. Yoksul göçmen çocukları ise kent merkezlerindeki mağaza, resturant, ticaret merkezlerinin ancak vitrinlerine bakabilir, küçük burjuva ailelerin yaşam tarzını seyredebilir, sonra da en fazla hafta sonu aileleriyle birlikte gidip indirimli reyonlarda ve ucuzcu dükkanlarda evin zorunlu alışverişlerini kırık dökük yapabilir. Tüketim kültürüyle yetiştirilen toplumun tüketemiyenleridir aynı zamanda göçmen çocukları. Onlara düşen bir tür gettoya dönüşmüş aşalemlerde kendi aralarında kendi dünyalarını oluşturup orada büyümek. Aşelemin dışındaki hayata öfke biriktirmek.
Ve son yıllarda artan oranda, aşelem etrafında devriye gezen polislerin sürekli ve sistematik olarak tacizine marus kalmak.
Nahel’in ölümünden sonra patlayan öfkenin kendi dünyalarında olmayan herşeyi yakıp yıkmalarına o yaşamı bilmeyenler anlam veremedi. serseri bunlar diyenlerden çeteler diyenlere, islamcı bunlar diyen geniş bir kesim, sendikalı işçilerin önemli bir kesimi dahil, yoksul göçmenlere küçümseme ve korkuyla karışık duygularla bakanlar bu yakıcı ve yıkıcı öfkeyi anlayamadı. Tabii bütün burjuva düzen ve medya kuruluşları projektörleri bu öfkeli gençlerin yaktıgı arabalara kırdıkları camlara el koydukları metalara odakladılar. Ö yle bir koro oluşturdularki sol cephenin cumhurbaşkanı adayı melanşon’un “ortak değerlerimiz olan parklar okullar ve kütüphanelere dokunmayın” çagrısına hep bir agızdan sen ne demek istiyorsun diye saldırdılar.
Oysaki bu altmış yıldır üçüncü dördüncü kuşak olan göçmen çocuklarının Fransa’da doğmuş Fransız vatandaşı olmalarına ragmen Fransız kabul edilmeyen, adeta kuşaklar boyu vahşi sömürüye, sefalete, ezilmeye makum edilmiş bir kuşagın çocukları kendi öfkelerinin açıga çıkardıgı enerji ve gücü kullanarak, yalnızca kendilerinin yoksun kılındığı şeylere değil, kendilerini yoksun kılan her şeye ve kuruma yakıcı ve yıkıcı bir öfkeyle yöneldiler. Bir güç olduklarını gördüler ve herkesin görmesini istediler. Kendilerini görünür kılmak istiyorlardı bunu başardılar. Aslında istedikleri çok büyük birşey de yok ortalama bir Fransız ailenin çocuklarıyla eşit haklara, yaşam olanaklarına sahip olmak hepsi bu. Magazaların camlarını kırıp orda istediklerini alırken bazıları kameraya yakalanmış ve yüzlerinde yansıyan mutluluk aynı zamanda şunun ifadesiydi: Hiçbir zaman ulaşamayacagını düşündügü bir şeyi annesinden babasından da istemeden gidip kendisinin ulaşabiliyor olması, kendisine yasaklanmış ve kendisini kenara itmiş ve hiçleştirmiş özel mülkiyet olan bir şeyleri fiilen alırken duyumsadığı özgürleşme, o özel mülkiyet polis ve ırkçılık surlarında meşru ve fiili biçimde açılan gedikler…. Özlemleriyle pres edilmiş bir kuşak, kendisini presleyen sistemden hesap sorma yol ve yönteminin özgürlüğü de onlara ait.
Fransa/Devrimci Proletarya