1- Bir genç akademisyen ve bir genç öğretmen.
Nuriye Gülmen yüksek lisans tezini “Nazım Hikmet’in ‘Yusuf ile Menofis’ ve ‘Ferhad ile Şirin’ oyunlarında toplumcu gerçekçilik bağlamında yeniden yazma pratiği” başlığıyla verdi. Büyük dünya ebebiyatı ustalarından Franz Kafka’nın “Milena’ya Mektuplar”ı ile Herman Hesse ve Thomas Mann’ın mektuplarını Türkçeye kazandırdı. Doktara çalışmasını sürdürüyordu. İhraç edilmeseydi Filistin direniş edebiyatı üzerine çalışmayı düşünüyordu.
Nuriye Gülmen, direnişte de okuyor, direniş ziyaretine gelen çocuklarla birlikte çocuk kitapları okuma etkinlikleri düzenliyordu: “Çocuk kitaplarına hem ilgi duyuyorum hem de okumayı çok seviyorum. Kitap okuma vaktimin epeyi sınırlı olduğu böyle bir zamanda, hızlıca okuyabileceğim farklı kitaplar olması da hoşuma gidiyor. Elimizin altında kitap olunca, küçük destekçilerimizle kitap okuma alternatifini de değerlendirebiliriz. Direniş alanımız, maalesef çocuklar için pek eğlenceli değil. Ama yine de daimi destekçilerimiz var: İdiller, Tanya, Berkin, Şila, İlhan. Alanın en güzel ziyaretçileri. Pazar günü Sokak Akademisinden birkaç dostumuz kara tahtalarıyla birlikte ziyaretimize geldi. Birkaç saat bizimle kaldılar.”
Semih Özakça, İlkokul öğretmeniydi. “Öğrencilerime geri kavuşup kucaklaştığımda onların derdini dinlemek, onlarla top oynamak istiyorum. Derslerimiz sırasında eğlenmek istiyorum. Gerçekten özledim” diyordu.
Bugün ise yüzbinlere hayatın en büyük dersini veriyorlar: Yaşamak, direnmektir!
2- Acun Karadağ. 20 yıllık öğretmen, KHK ile atıldı. Direniyor. Kalp rahatsızlığı var, direniş sırasında kalp ameliyatı geçirdi, kalp piliyle yaşıyor. Direniş sırasında gözaltılar, gaz bombaları nedeniyle bir çok kez kalp sıkışması yaşadı. Direnmeye devam ediyor.
“yorgun ve uykulu
11 kişi gözaltında idik. esra özkan özakça,sultan özakça,veli saçılık,mehmet dersulu,oktay ince, ilhan,pinar,celil,meral gökoğlu,tahsin hoca ve alandan bir abi. hastaneden serbest bırakılacaktık. ama savcının sabaha kadar tutası tutmuş.4 gün gözaltı olabilir dedi polisler. “savcıya söyleyin. sadece sokakta oturduğumuz için bizi gözaltında tutacaksa ilaçlarımı da suyu şekeri de almayacağım yine” dedim. nezarette bekletildik. gece 24’te geldiler. uyuyordum. “acun hanım sizi hastaneye götüreceğiz” dediler.” hastaneye gitmem” dedim. 15 dakika sonra “seni serbest bırakıyoruz savcı talimatıyla” dediler. şu an itibarıyla evdeyim. arkadaşlar içeride. sabah bırakılacaklarını söylediler.”
3- Veli Saçılık. Burdur Cezaevinde devletin dozerli kepçeli operasyonu sırasında kolu kopartıldı. Devlet AİHM kararıyla ödemek zorunda kaldığı tazminatı da geri istedi. Sosyolog olarak çalıştığı kamu görevinden ihraç edilince direnişe geçti. O da defalarca gözaltına alındı. “Öteki kolumu da koparsalar da direnişe devam” dedi.
KOPTUĞU YERDEN YENİDEN BAŞLIYOR GECE
arada bir köpek havlıyor
freni patlamış bir kamyon dalıyor
devlet mahallesineve koptuğu yerden yeniden başlıyor gece
ağzında Veli’nin kanlı koluyla
devlet geçiyor sokaktanitfaiyeler, panzerler, işmakineleri
gaz bombaları, joplar, silahlar
yüreği katliama ayarlı adamlar geçiyorezilmiş beyinleri
dilim dilim doğranmış etleri
yankıları, ekimozları
sulanmış yaraları
dizlerine çakılmış çivileri
ve göğüslerinde yıllanmış kurşunlarıyla
Ulucanlar geçiyorVeli’nin kopuk kolunun ucundaki
sıkılı yumruk geçiyorBarış’ın kırılmış kemiklerinin üstünde
dimdik duran başı geçiyoronurlu ölülerin anaları geçiyor
katillerin listesiyle dilsiz duvarların önünden
-kapılarımızı dövüyor kemikler –rock konserleri, at yarışları, lotaryalar
futbol putları, pembe dizi ikonları, kartel flörtleri
birinci geleneksel peygamber devesi güreşleri…
derin devlet raconları, küresel cinnet provaları
mutedil dalgalı muhalefet havaları, postmodern üçüncü dünya
konçertoları
sıradaki şarkılar, sıradaki katliamlar geçiyor…aynalı gökdelenlerin önünden
yüzünü yitirmiş bir halk geçiyorvahşeti başa sarıp
bir daha bir daha bir daha
izletenler geçiyor
izleyenler geçiyorakrepler geçiyor kimliklerimizin üstünden
yılanlar, çıyanlar, engerekler geçiyor
bir daha bir daha bir daha
atı alan Üsküdar’ı geçiyor
bir daha bir daha bir daha
modern masalların kahramanları
ırzımıza geçiyorkusmalar, bulantılar, baş ağrıları
atıp tutmalar esip gürlemeler geçiyorolur olmaz yerde kemer çözenler
olur olmaz yerde kemer sıkanlar
hortumlu hortumsuz Süleymanlar geçiyor
üstümüzdenarada bir köpek havlıyor
freni patlamış bir kamyon dalıyor
devlet mahallesineve koptuğu yerden yeniden başlıyor gece
– ve koptuğu yerden yeniden başlıyor işkence –
Fettah Köleli
4- Çiçek, yaşamı temsil eder. Açlık greviyle Yüksel Caddesi bir çiçek bahçesi oldu. Kır çiçeklerini, bahar çiçeklerini, evde balkonda yetiştirilen göz nuru saksı çiçeklerini alan dayanışmaya geliyordu. Polis çiçekleri de gözaltına altına aldı. Çiçekler, dünyanın tüm çiçekleri bir direniş simgesine dönüştü.
Nuriye Gülmen, günlüğüne direniş çiçeklerini de yazıyordu:
“Açlık grevinin başlamsından bu yana alana çiçek yağıyor. Buketlerin yanında saksı çiçeği getirenler de var. Beş tane renk renk menekşemiz, üç tane açelyamız, üç tane zambak soğanımız, bir de adını bilmediğim çok tatlı bir çiçeğimiz oldu. Günlerdir menekşelerin ve zambakların saksılarını değiştirmek için saksı istiyordum. Ancak bugün tedarik edebildik. Çiçeklerden çok anlamıyorum ama direnişe başlamadan kısa bir süre önce merak sarmıştım çiçek bakmaya. Baba evinde epeyi çiçeğim olmuştu. Onlara gözüm gibi bakıyordum. Yavaş yavaş dillerinden anlamaya başlamıştım. Burada da etrafımızı çiçekler sarınca çok mutlu oluyorum. Bir kere baharın patlamasını alandan müjdelemek çok hoşuma gidiyor. Ankara gibi baharın şöyle yalandan göz kırptığı bir ilde, direnişimiz bahar saçıyor. Ne güzel, ne mutlu bize, ne mutlu alanı çiçeklerle donatan dostlarımıza.
Menekşelerin ve zambakların saksılarını değiştirdik. Toprağa ve bitkiye değmek iyi geldi. Sonra can sularını verdik. Menekşeleri güneşi doğrudan almayacakları, anıtın sol yanına dizdik. Gün boyu çiçekler gelmeye devam etti. İlk büyük buket çiçeğimiz geldiğinde hevesle saksı almıştık. Sonra fark ettik ki bu iş saksıyla olmayacak. Bol bol su içtiğimiz için bolca plastik şişemiz oluyor. Şişelerin üst kısımlarını keserek saksıya dönüştrüyoruz. Eh, bu kadar çiçek bahsi yeter.”
“Dün sabah alana gelir gelmez çiçekleri düzenlemeye giriştim. Celil ve Mustafa’yla birlikte kuruyanları ayırdık, suyu azalanların sularını tazeledik. Saksı çiçeklerini suladık. Açelyalar epey kötü durumda. Menekşeler onlardan daha iyi ama harika değiller. En iyi durumda olanlar zambaklar ve adını bilmediğim tatliş. Açıkçası, ne yapmamız gerektiğini bilmiyorum. Çiçeklerle konuşan bir uzmana ihtiyacımız var. Bu günlüğü okuyan ve çiçekten anlayan direniş dostlarını alana bekleriz. Çiçeklerimiz ölmeden geliniz efendim. Hayat kurtarınız.”
Şimdi, Ceyhun Atuf Kansu’nun şiirini anımsamamak mümkün mü:
DÜNYANIN BÜTÜN ÇİÇEKLERİ
“Bana çiçek getirin, dünyanın bütün
çiçeklerini buraya getirin!”
Köy öğretmeni Şefik Sınığ’ın son sözleri.Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum
Bütün çiçekleri getirin buraya,
Öğrencilerimi getirin, getirin buraya,
Kaya diplerinde açmış çiğdemlere benzer
Bütün köy çocuklarını getirin buraya,
Son bir ders vereceğim onlara,
Son şarkımı söyleyeceğim,
Getirin getirin…ve sonra öleceğim.Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum,
Kır ve dağ çiçeklerini istiyorum,
Kaderleri bana benzeyen,
Yalnızlıkta açarlar, kimse bilmez onları,
Geniş ovalarda kaybolur kokuları…
Yurdumun sevgili ve adsız çiçekleri,
Hepinizi hepinizi istiyorum, gelin görün beni,
Toprağı nasıl örterseniz öylece örtün beni.Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum,
Afyon ovasında açan haşhaş çiçeklerini
Bacımın suladığı fesleğenleri,
Köy çiçeklerinin hepsini, hepsini,
Avluların pembe entarili hatmisini,
Çoban yastığını, peygamber çiçeğini de unutmayın.
Aman Isparta güllerini de unutmayın
Hepsini, hepsini bir anda koklamak istiyorum.
Getirin, dünyanın bütün çiçeklerini istiyorum.Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum.
Ben köy öğretmeniyim, bir bahçıvanım,
Ben bir bahçe suluyordum, gönlümden,
Kimse bilmez, kimse anlamaz dilimden,
Ne güller fışkırır çilelerimden,
Kandır, hayattır, emektir, benim güllerim,
Korkmadım, korkmuyorum ölümden,
Siz çiçek getirin yalnız, çiçek getirin.Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum,
Baharda Polatlı kırlarında açan,
Güz geldi mi Kopdağına göçen,
Yörükler yaylasında Toroslarda eğleşen.
Muş ovasından, Ağrı eteğinden,
Gücenmesin bütün yurt bahçelerinden
Çiçek getirin, çiçek getirin, örtün beni,
Eğin türkülerinin içine gömün beni.Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum,
En güzellerini saymadım çiçeklerin,
Çocukları, öğrencilerimi istiyorum.
Yalnız ve çileli hayatımın çiçeklerini,
Köy okullarında açan, gizli ve sessiz,
O bakımsız, ama kokusu eşsiz çiçek.
Kimse bilmeyecek, seni beni kimse bilmeyecek,
Seni beni yalnızlık örtecek, yalnızlık örtecek.Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum,
Ben mezarsız yaşamayı diliyorum,
Ölmemek istiyorum, yaşamak istiyorum.
Yetiştirdiğim bahçe yarıda kalmasın,
Tarümar olmasın istiyorum, perişan olmasın,
Beni bilse bilse çiçekler bilir, dostlarım,
Niçin yaşadığımı ben onlara söyledim,
Çiçeklerde açar benim gizli arzularım.Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum,
Okulun duvarı çöktü altında kaldım,
Ama ben dünya üstündeyim, toprakta,
Yaz kış bir şey söyleyen sonsuz toprakta,
Çile çektim, yalnız kaldım, ama yaşadım,
Yurdumun çiçeklenmesi için daima, yaşadım,
Bilir bunu bahçeler, kayalar, köyler bilir.
Şimdi sustum, örtün beni, yatırın buraya,
Dünyanın bütün çiçeklerini getirin buraya.Ceyhun Atuf Kansu
5- Şiir uzun dönemin post-modern kekemeliğini kırdı. Yeniden bir direniş, bir kavga olarak konuşmaya başladı!
70’li yaşlarda iki şair, Abdullah Nefes ile Selah Özakın Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın serbest bırakılması için süresiz açlık grevine başladı. Selah Özakın, “şiir, hayatla ölüm arasındaki anda yazılmazsa ne zaman yazılır! Ve kavga değilse şiir, şiir değildir! Abdullah’la ben, dostumuz Adnan Yücel’in dediği gibi “Şiirler yeniden doğacak kıvamda” dizesine uygun davranacak, bütün okyanusların yolunu gözlediği şiiri, o çocuklara sahip çıkmak için başlatacağımız direnişimizle yazacağız” diyor.
Adanalı şair Taner Nart ise, ”Felek saldı bizi özge hallere / Ya didardır, ya nasiptir, ya ölüm…” dizeleriyle Ankara’ya yürüyüş başlattı.
6- Cennet anaların ayaklarının altında mıdır bilinmez ama, cehennemin sermayenin faşist diktatörlüğünün ayaklarının altında olduğu kesindir. Katledilen Somalı maden işçilerinin yakınlarına atılan o tekme gibi, Esma ve Kezban analara atılan o tekmeleri de asla unutmayacağız, asla bağışlamayacağız.
7- İnsan Hakları Anıtı da polis bariyerleriyle çevrilerek, adeta gözaltına alındı.
“Bu sokaklar Ankara’nın entellektüel yaşantısının hayat bulduğu yerlerdir.” diyor direnişi başından itibaren görsel belleğini üreten fotoğrafçı Mehmet Özer. “Öğrencilerin, yorgun kent insanlarının, akşam buluşmalarının küçük bir adasıdır bu sokaklar. Aynı zamanda Ankara’ya kişilik veren bir yerdir burası. Söz konusu simgesel değeri arttıran bir diğer nokta ise, İnsan Hakları Anıtı’dır. Bu kadar işlevsel bir başka anıt var mı bilmiyorum. Ankara’da adalet arıyorsanız, özgürlük talep ediyorsanız, iş arıyorsanız mutlaka yolunuzu buraya düşürüp hayata seslenirsiniz. Bir anlamda İnsan Hakları Heykeli, insanların sırtını dayadığı bir yerdir. Devletin hazmedemediği bir diğer nokta ise; buraların artık özgürlük alanına dönüşmüş olması durumudur. Heykeller kentlerin bilgi bankasıdır, hafızasıdır. Bizler bu heykellere dokunarak geçmişimizi çağırırız. Heykellerin varlığını, unutmaya karşı sanatsal bir duruş olarak da yorumlayabiliriz. Heykeller her ne kadar donuk gibi dursalar da taşların kalbi vardır ve o kalp bize bu kentteki hayatları hatırlatır. Ama özellikle son 5 yıldır buraya dönük farklı bir politika var. Sokak kimliksizleştirilmeye çalışılıyor. Devlet, sokakları abluka altına alarak buradaki yaşamı da sonlandırmak istiyor. Kente, anılara sahip çıkın. Adalet duygumuzu yitirdiğimizde çok şey yitiririz.”
8- Direniş Yüksel Caddesi’ni bir direniş bir özgürlük alanı haline getirdi. Burjuva faşist devletin kent-ortak mekan-direniş korkusu boşuna değil. Gezi’den sonra var güçleriyle İstiklal’i bitirmek, çürütmek için çabaladılar. Şimdi aynısını Yüksel Caddesi’ne yapmak istiyorlar: “Tekel’e, Gezi’ye dönüşebileceği…”
Kent-mekan savaşları konusunda şunları yazmıştık:
“1- Nüfusun yüzde 70′ini toplayan ve üretim, yeniden üretim ve egemenlik ilişkilerin giderek organik bileşeni ve uzanımı olan neoliberal kentsel mekanın sınıfsal-toplumsal güç ilişki ve çelişkilerini keskinleştirmesi. Kent savaşlarının yeni bir düzleme doğru sıçrama momenti ve gelişme dinamikleri…
2- Siyasalın daha fazla mekansallaşması, kentsel mekanın daha fazla siyasallaşması. Önceki dönemin geleneksel sınıf/kent yapı ve ilişkilerinde pek göze çarpmayan, zaman-mekan dinamiklerinin kentsel stratejik güç merkezi ve önhat alanlarını belirlemede artan etkisi. Mekan-politik, mekansal-ekonomi, mekansal-kültür dinamiklerini hızla harekete geçirebilen günümüzde tarih-gelecek, zaman-mekan faktörlerinin stratejik güç alan ve hatları üzerindeki ani, yığınsal ve seri hamleleri ortaya çıkarabilmesi ve etkisinin artması.
3- Hükümete karşı isyan ve direniş kadar, neoliberalizmin yıktığı ve çözdüğü kamusal (sınıfsal-toplumsal) ortak alan ve ilişkilerin savunulması ve yeniden yaratılması.
4- Mekansal-zamansal üretim ve yeniden üretiminde uzlaşmazlaşan çelişki ve çatışmaların da, yeni kentsel işçi kitlelerinin sınıfsal oluşum sürecinin belirginleşen bir dinamiğini oluşturması.
5- Gezi, yalnızca sokakları, alanları, işgalleri meşrulaştırmakla kalmadı. Aynı zamanda kendi meşruluğunu da kent, zaman-mekan, doğa sorunlarının boğuculaşması ve bu alanlardaki mücadeleden aldı. Fiili mücadele biçimlerini ve alanlarını geliştirdi ve yaygınlaştırdı. Meşruluk artık yalnızca dar anlamda üretim ve bilgide değil, aynı zamanda, zaman, mekan, doğa… tüm toplumsal üretim ve yeniden üretim alanları üzerindeki fiili mücadele ve inisiyatiflerde…”(http://devrimciproletarya.net/kent-mekan-taksim-savaslari-1-mayis-2007-2017/)
Sakın ha direniş çiçeklerini sulamayı, direniş şiirleri ve türkülerini okumayı unutmayın, Yüksel Caddesi’ni yalnız bırakmayın!