1-
Büyük toplumsal afetlere kapitalist sınıf ve devletinin aşırı plansız, aşırı geç, aşırı yetersiz ve daha ziyade vitrinlik müdahalesi, sermaye iktidarı açısından derin sorunları ortaya çıkartır.
En başta kapitalist sistem ve merkezi devlet iktidarının meşruiyet sorunu gelir: Tüm toplumsal üretim araçlarını, tüm toplumsal yaşam olanaklarını, tüm ekonomik, toplumsal, siyasal güç ve iktidarı elinde tutanların, büyük toplumsal yıkım sonrasında günler boyunca ortada görünmemesi, göründükten sonra da doğru dürüst bir organizasyon yap(a)maması, sermaye iktidarının toplumun ortak temsilcisi ve ortak ihtiyaçların karşılayıcısı ve organizatörü olma iddiasının içi boşluğunu gösterir ve derin bir meşruiyet krizine yol açar.
Sonra otorite ve kontrol krizi gelir: Kitlelerin büyük tepkisi ve afetzedelerle dayanışma inisiyatifi yukarıdaki bu çözümsüzlüğün altını daha bir çizmekle kalmaz, ona aşağıdan alternatif çözüm tohumlarını da ortaya çıkartır.
Bu çapta bir kitlesel dayanışma seferberliği kapitalist sistem için her zaman ürkütücüdür. Çünkü işçilerin, emekçilerin birbiriyle dayanışma seferberliği hem karşılıksızdır hem de aşağıdandır. Karşılıksız olması kapitalist özel ve bencil ilişkiler sistemiyle bağdaşmaz. Aşağıdan bir kitle inisiyatifi olması ise bırakalım faşizmi, biçimsel burjuva demokrasisiyle bile bağdaşmaz. Üstelik kitlelerin kendi sorunlarına elbirliğiyle sahip çıkması ve bunun ortaya çıkardığı büyük sinerji ve yapabilirlikler de, sermaye iktidarına atılan derin bir çizik gibidir.
Bu bir sınıf savaşımıdır. Sınıflı toplumda her şeyin olduğu gibi, hele bu çapta bir deprem de yeraltındaki fay hatlarının yerüstündeki toplumsal-siyasal fay hatlarını harekete geçirdiği bir sınıf savaşımı cephesi ve kanalıdır. Şimdiden resmi ölüm istatistiklerinin 20 binleri bulduğu, gerçek ölüm rakamları için tahminlerin 100 bin kişiye vardığı koşullarda “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diyebiliriz. Ama kısa, orta ve uzun vadedeki kaçınılmaz etkilerinin ne ve nasıl olacağını tayin edecek olan sınıf mücadelesi olacaktır.
Sermaye ve merkezi devlet iktidarının afet şoku sonrası kriz politikaları, zayıflayan toplumsal meşruiyet, otorite ve kontrolünü restore etmeyi gözetir. Sistemin ana hedeflerinden biri, Pandemide de yapmaya çalıştıkları gibi, depremden sonra da bir an önce bu anlamda bir “normalizasyon”a geçiş çabası olacaktır. Sistem açısından “anormal” olan onbinlerce işçi emekçinin ölümü değil. Pandemide resmi rakamlara göre 100 bin kişinin (gerçek rakam bunun en az 2.5 katı olarak tahmin ediliyor) yaşamını yitirmesine ne kadar kayıtsızlarsa, buna da o kadar kayıtsızlar. Sistemin “anormal” saydığı bunun sermaye ve kapitalist devlet üzerindeki “yükü” ve kitlelerin aşağıdan kolektif öz inisiyatif ve dayanışma hareketidir. “Normalizasyon” ise bu aşağıdan inisiyatifi kırmak, düzen kanallarından pasif “yardım”a bağlamak, deprem bölgesini ve deprem yıkımına uğrayanları marjinalize etmek, “sığıntılaştırmak” ve böylece düzeni yeniden tesis etmek anlamına gelir. Kuşkusuz yıkımının sermaye ve devlet üzerindeki “maliyet yükünü” minimize etme, faturasını da yine kitlelere kesme, “krizi fırsata çevirme” taktik ve stratejilerini de içerecektir.
İşçi sınıfı ve emekçiler, ve örgütlü inisiyatifleri açısından ise bu, depremzedeleri depremzedelerle birlikte yaşamda tutmak için mücadele, depremzedeler ve tüm emekçiler için kolektif sosyal haklar için mücadele ve çürümüş neoliberalizm ve siyasal iktidarının sırtırmızdaki enkazını kaldırma hedefinden başlayıp sistemin sınırlarına dayanan bir hesap sorma mücadelesi olacaktır.
2-
OHAL, asıl olarak, deprem bölgesini işçi sınıfı ve ezilenlerin geri kalanından, devrimci, sosyalist, sol örgütlerin etkin dayanışması ve etkisiden yalıtma operasyonudur. Bir an önce bitirmek istedikleri arama-kurtarma çalışmalarından sonra, “yağmacılıkla acımasız mücadele” adı altında hedefe koydukları göçmenlerden tüm bölge dışından gelen dayanışmacılara doğru bu yalıtma operasyonunu adım adım genişletmeye çalışacaklar. Bu AKP-MHP faşizmine özgü bir şey değil. Marmara Depreminden (1999) sonra o dönemki MGK faşizmi de aynı şeyi yaptı, günler süren paralizasyonundan sonra, bölgeye EMASYA protokolü ve OHAL ile giren polis ve ordu, ilk iş olarak devrimci ve sol örgütlerin dayanışma çadır ve inisiyatiflerini dağıttı, sayısız devrimci ve solcuyu gözaltına alıp bölgeden zorla attı, dayanışma erzak ve dağıtım merkezlerine el koydu. TSK, EMASYA protokolüne dayanarak deprem bölgesinde “yardım” faaliyeti yürüten STK’ları da bölgeden çıkardı. İçlerinde Fazilet Partisi ve dinci vakıfların da olduğu 35 “STK” buna karşı ortak bir deklarasyon yayınlayınca, kitlelerin büyüyen tepkisinden çekinen dönemin başbakanı Ecevit bunlarla pazarlığa oturdu, TSK’yı eleştirmemeleri ve onun kontrolü altında “yardım” faaliyeti yürütmeleri koşuluyla (tabii ki devrimci ve sol örgütler hariç) deprem bölgelerinde çalışmalarına izin verildi. Asıl olarak da, işçi sınıfının en stratejik yoğunlaşma alanı olan bölge, Milli Görüşçülerin, Fettullahçıların, dinci vakıf ve tarikatların “boşluk” doldurma faaliyetine açılmış oldu. Böylece Marmara Depremi, sonraki AKP’nin işçi sınıfının en kritik alanlarında kolektivizmi daha da çözen, cemaatleşme tarzı faaliyetlerine bir itilim kazandırdı. Devrimci, sosyalist, sol örgütlerin İzmit, Gebze, Avcılar gibi işçi bölgelerinde içeriden güçlü bir varlığının olmaması da bunu kolaylaştırdı.
Bu o gün olduğu gibi bugün de kapitalist-faşist devletin bir açmazını gözler önüne serer: Sermaye ve devlet bir yandan hem yıkımın maddi-mali “yükünü”, ve kendi yapmadığı/yapamadığı “depremzede kitleler içinde organizasyon” faaliyetini, kendi omuzundan kaldırıp aracı sivil kurum ve örgütler üzerinden yine işçilerin, emekçilerin üzerine kaydırmak ister. Diğer yandan bunları “kontrol” sorunu vardır. Bu açmazın en optimal çözümü de, o gün olduğu gibi bugün de dinci gerici cemaat ve tarikatlar olarak (faşist çeteler eşliğinde) ileri sürülür.
Kapitalist devletin büyük afet/kriz politikasının ikinci ayağı da, yine Marmara Depreminde olduğu gibi bugünkü depremde de klasiktir: Deprem yıkımı bölgesini olabildiğince toplumdan ve işçi sınıfının etkin dayanışma inisiyatifinden tecrit etmek; sınıf/halk dayanışmacılarının ve depremzedelerin kolektif ve aşağıdan inisiyatif ve örgütlenme olanaklarını ortadan kaldırmak; çok bariz bir sınıf kategorizasyonuyla deprem bölgesindeki üst ve orta sınıfların, kısmen de vasıflı emekçileri başka yerlere göçe zorlamak; deprem bölgesinde çadır kent, konteynır kent gibi yerlerde toplu olarak kalacak olanları, ancak hiçbir biçimde gidecek yeri ve gitme olanağı olmayan, en yoksul kesimlere indirgemek ve bunları da olabildiğince minimize etmek. Bugün de devlet çadır ve konteynır kentlerin kurulmasını olabildiğince geciktirerek ve özellikle belli alanlardaki tedarik ve dağıtımı engelleyerek, paramiliter çetelerle terör estirerek, ve ancak en çaresizleri, kendi memleketlerinde “sığıntı” gibi kalmasını sağlayarak, depremzedelerin olabildiğince büyük bölümünü göç ettirme politikası izleyerek yapıyor.
Bu kapitalist devletin deprem politikasının ikinci yönüdür: Sermaye ve devletinin kaçınılmaz olarak bir ölçüde katlanmak zorunda kalacağı deprem “maliyetini” deprem bölgesinden diğer illere büyük göç ile minimize etmek, kendi omuzlarından kaldırıp işçi sınıfı ve alt orta sınıfın omuzuna kaydırmak, deprem bölgesinde geriye en “çaresiz”leri bırakarak çadır kent/konteynır kent maliyetlerini minimize etmek, deprem bölgesinden göç edenleri atomize “sığıntı” pozisyonunda tutmak, aynı zamanda depremzede emekçilerin kolektif hak talepleri ve hesap sorma dinamiklerini olabildiğince kısıtlamak ve kontrol altında tutmak.
Krizi fırsata çevirme yönü ise şudur: Deprem bölgesinden göçmek zorunda kalan milyonlarca kişi, diğer illerdeki akrabalarının, tanıdıklarının, dayanışmacıların yanında kendilerini (kendilerine öyle davranılmasa bile) çok geçmeden “sığıntı ve yük” olarak hissedecek, iş aramak zorunda kalacak; sermayeye görece vasıflı ama ucuz, en az birkaç milyonluk bir yedek emekgücü ordusu daha sunacak; ücretler daha da aşağıya bastırılacaktır. Bir çok yerde depremzedelerin işe alınması, kapitalistlere hem yeni “insan hakları” reklamı olanağı verecek, hem de sömürü değil “yardımseverlik” mahiyetinde görünecek/gösterilecektir. Bir çok depremzede için ücretli çalışmaya daha bir mahkum hale getirilmesi, bir “zorla çitleme” ve yıkıcı ve zorla proleterleştirme süreci olduğu gibi, adeta göçmen statüsünde “yardımsever” patronları karşısında daha fazla ezilmelerine yol açacak; aynı zamanda işçi sınıfının, işsizlerin geri kalanıyla dibe doğru rekabet ve husumeti körüklemek için de kullanılmaya çalışılacaklardır.
Kapitalist devlet, aynı zamanda dayanaksızlaştırma, insansızlaştırma ve resmi OHAL ve paramiliter terör ile kontrol altına almaya çalıştığı deprem bölgesinde, büyük sermaye ve müteahhit çetelerin de yeterince nemalanacağı, uluslararası krediler ve “yardımlar”la, hem yeni sermaye değerlenme alanları açacak hem de ezilen uluslar ve ezilen mezhebin sosyal ilişki ağlarını, yoğunlaşma ve kolektif hareket olanaklarını kısıtlayacak yeni nüfus dizaynları yapmaya çalışacaktır. Tıpkı “yasaklı bölge” ilan ettikten sonra, Sur’da yaptıkları gibi. Sur’da sağlam ve çok az hasarlı evleri, dahası pek çok tarihi ve kültürel yapı ve hafıza mekanlarını mevcut dirençli sosyal ilişkilerle birlikte yıkmışlar, yerlerine sıradüzen siteler ve atomize kavanoz yaşamı geçirmeye çalışmışlardı.
3-
Ancak bu süreç, milyonlarca depremzede, işçi sınıfı ve ezilenler için bir “kader planı” değil.
Deprem bölgesinde devrimci-demokratik geleneği olan alanlar, resmi toplumdan dışlanmış belli bir topluluk ruhu ve ilişkisi olan kesimler var. Deprem bölgesindeki illerin çoğu, devrimci, sosyalist, sol örgüt ve çevrelerin sempatizanlarının, ilişkilerinin, ailelerinin, yakınlarının olduğu ve tanıdığı, daha içerden veya içerdenleşerek faaliyet yürütebileceği alanlar. Toplumsal yıkımın büyüklüğü, liberal vicdancılığı da aşan, sermaye ve devletin yağma ve katliamının emeğin, toplumun, doğanın yaşamda kalamaz ve kendini yeniden üretemez hale geldiği bir kara buhran noktasına dayandığını hisseden, birikimli ve sıçramalı bir toplumsal bilinç dönüşümünü, yeniden toplum, toplumsal insan olma refleksini, sınıf/halk dayanışması seferberliğini, ve tüm bunlarla birlikte, bir anti-kapitalist ve yeni bir toplum kurucu perspektif arayış ve potansiyelini taşıyor. Bütün bunlar tepeden tırnağa çürümüş bir devlet/rejim biçimi ve iktidarının, meşruiyet, otorite, kontrol kriziyle birlikte üzerindeki toplumsal basıncı da büyütüyor. Bir meşruiyet ve yönetememe (ya da sadece daha fazla zor ve entrika ile yönetebilme) krizinden bir rejim ve devlet krizine doğru derinleştiriyor.
Bu kısa, orta ve uzun dönemde devam edecek, ilerleyen dönemlerde de her dönemecinde yeniden canlanacak bir mücadele, bir sınıf mücadelesi olarak kavranmalı ve buna göre konumlanılmalıdır.
İlk elde yapılması gereken şeylerden biri (yazı boyunca tırnak içinde yazdığımız) şu “yardım” kelimesini bir yana bırakmaktır. İşçi sınıfının mücadele tarihi, dili ve kültüründe “yardım” diye bir şey yoktur, sınıf dayanışması vardır. Dayanışma kavramında, dayanışan ile dayanışılanın her ikisi aynı sınıfın özneleridir. “Yardım” kavramında ise, yardım eden özne, yardım edilen ise, onun aciz ve edilgen uzantısı, hatta nesnesi olarak görünür. Dayanışma kavramında, dayanışma sınıfsal kolektif bir sorumluluk, yükümlülük ve görevdir; dayanışılan için ise yine kolektif, sınıfsal bir haktır. Neoliberal kapitalizm, işçi sınıfının tarihsel mücadele kazanımı olan, sınıfsal, kolektif, sosyal hak kavramını ortadan kaldırdı, devletin bu kolektif hakları tanıma ve gerçekleştirme yükümlülüğünü kaldırıp yerine dışsal, keyfi, koşullu olarak lütfedilen “yardım” kelimesini geçirdi. Ki bu, sağlık, sosyal güvenlik gibi alanların özelleştirilmesinden, afet kurumlarının içinin boşaltılmasından, işlevsizleştirilmesinden bağımsız değildir. İşçi sınıfını en fazla “acı çeken, hayırseverler tarafından yardım edilecek bir sefiller yığını” olarak gören bir burjuva politikasıdır.
Neden “yardım” değil dayanışma? Bunu bu sistemde, dayanışma eylem ve grevlerinin yasaklanmış olmasından görebiliriz. Çünkü dayanışma sermayenin sömürü ve zorbalığına karşı ortak sınıfsal varolabilme koşullarının, tüm işçilerin emek, yetenek ve ihtiyaçlarının birbirine içerili olmasınının sonucu ve gereğidir.
Neoliberal kapitalizmin devleti de, işçi sınıfının kolektif haklarını tanımayan ve gaspeden, toplumsal ihtiyaçları asgari düzeyde ve biçimsel olarak bile karşılama yükümlülük ve görevini yok ve yük sayan, ancak mecbur kaldığında sadaka niteliğinde bir “sosyal yardım”ı ihtiyaç duyanları ezerek ve acizleştirerek, kendisine köleleştirerek lütfeden “hayırsever devlet”tir. İşçi sınıfı için ise, bir işçi işten atıldığında, bir işçinin burnu kanadığında, bir işçi haksızlık, aşağılama ve kötü muameleye uğradığında şalterin indirildiği fiili grev örneklerinde olduğu gibi, “birimizin incinmesi hepimizin incinmesi, birimizin kazanımı hepimizin kazanımı”dır. Bunu “dayanışma ezilenlerin inceliğidir” gibi söylemlerle estetize etmeye gerek yok, çünkü işçi sınıfı için dayanışma bir vicdan sorunu değil, artık apaçık görüldüğü gibi bir ölüm kalım sorunu, bir sınıfsal varoluş biçimidir.
Ve bu yüzden, ikincisi, deprem ne kadar sınıfsalsa, deprem sonrası da o kadar sınıfsaldır, doğrudan sınıf savaşımı kapsam ve ekseninde ele alınmalıdır. Deprem yalnızca artık hemen herkesin bildiği, gördüğü “rant” politikaları nedeniyle değil, aynı zamanda kapitalizmin bu tür afetleri de yıkıcı bir proleterleştirme süreci haline getirmesi, işçi sınıfının yaşamda kalması ve toplumsal yeniden üretimini zerre kadar umursamaması, işçi sınıfını bir “sefiller yığınına” dönüştürme politikası ile en keskin biçimde sınıfsaldır ve sınıf savaşımı sorunudur.
Bu yüzden bu mücadele, yalnızca depremzedelerin yaşamda kalması ve toplumsal yeniden üretimi için değil, bir bütün olarak ve dolaysızca işçi sınıfının geleceği için mücadele sorunudur. Depremzedelere “yardım etme” sorunu değil, depremzedelerle sonuna kadar etkin sınıfsal dayanışma ve aynı zamanda, eli ayağı tutan tüm depremzedeleri işçi sınıfının bir bileşeni olarak, kolektif öz savunma, hak ve hesap sorma mücadelesinde örgütleme ve özneleştirme sorunudur. Evet yıkım ve travma korkunçtur, ama travmaya karşı mücadelenin en etkin yolu, depremzedelerin “sığıntılaştırılması” bakış ve politikasına karşı, etkin dayanışma, örgütlenme ve kolektif hak ve hesap sorma mücadelesinin öznesi olmalarıdır.
Bu yüzden depremzedelerin yaşamda kalması ve toplumsal yeniden üretimi için talepler, yalnızca “depremzedeler için” talepler değil, bir bütün olarak ve dolaysızca işçi sınıfının savaşım talepleridir.
Çünkü işçi sınıfı, kapitalist toplumdaki tüm yoksunluk, acı, yıkım ve karşılanmadıkça çığlaşan ihtiyaçları bağrında toplayan, sınıftır.
Ve ama yalnızca acı çeken değil mücadele eden sınıftır.
Bu kölelik ve zulüm sistemini de yıkacak güce ve tarihsel özneselliğe sahip tek sınıftır.
Depremzedelere “yardım etmek” mi istiyorsunuz? Depremzedelere yalnızca yaşamsal ihtiyaç malzemelerini göndermek, götürmek, dağıtmakla kalmayın. Bir ve aynı zamanda, kendi kolektif ihtiyaç, talep ve hesap sorma mücadelelerinde özneleşmelerini, örgütlenmelerini sağlayın.
Depremzedelere “yardım etmek” mi istiyorsunuz? İşçi sınıfını tarihin bağımsız öznesi olarak örgütleyin, etkin sınıf dayanışması ve mücadelesi için örgütleyin, depremzedelere yalnızca “yardım” ulaştırmakla kalmayıp depremzedelerin durum ve taleplerini kendi durum ve talepleri olarak görmesi için örgütleyin, işçi sınıfının dayanışma grev ve eylemlerini örgütleyin.