1) “Evde Kal” çağrıları ile “Sokakları Boşaltın” zorlamaları arasında ideolojik bir fark var. “Evde Kal” çağrısı salgın karşısında sınıfsal ayrımı daha açık eden bir slogandı. İşe gitmek zorunda olanlarla böyle bir zorunluluğu olmayanlar diye kaba bir ayrıma yol açıyordu. Bu ayrım bile sınıfsız, imtiyazsız toplum söylemleri için tehdit içeriyordu. Hızla tepkiler yükseldi. İşsiz olanlar “evde kalmak açlık” diye ses verirken, işe gitmek zorunda olanlar “işe gitmek hastalık” diye tepki verdiler. Ancak biri size sokağa çıkmayın diyorsa bu evde kalın anlamına gelmek zorunda değildir. Pekala fabrika, işlik, atölye, market vb de sokak dışı bir mekanı imler. Böylece işe gitmek zorunda olanlar da evde kalabilenler gibi çağrının hedefi haline gelir. Sınıfsal yarılma giderilmiş, ideolojik perde indirilmiş olur. Basit bir kelime oyunu aynı zamanda devletin ikilemini de çözer. Bugün hemen herkes biliyor ki tüm toplumu kapsayacak bir sokağa çıkmanın maliyetini karşılayacak kamu kaynakları yoktur. Bunun için hem işe gitmesi engellenmiş olanların iaşesinin devlet tarafından karşılanması gerekir, hem de toplumun yeniden üretimi için gerekli tüketim malları stoku yetersizdir. Tüketilenlerin yerine bir an önce yenilerinin konması mümkün olsun ki tedarik zincirleri kırılmasın. Bu nedenle sokağa çıkma yasağı anlamına gelmeyen bir sokağa çıkma yasağı devlet için en makul çözümdür. Böylece yine toplumun bir kısmı işe giderek hastalanmak ve yine diğer kısmı evde açıkla cebelleşmek ikilemi ile başbaşa kalır. İdeolojik perde tamir edilmiştir.
2) Ne kadar süreceği belli olmayan corona günlerinde de olsak toplumun yeniden üretiminin yani tüketim malları üretiminin ve dolaşımının sağlanması gerekir. Öyle ise pek çok sektörde (özellikle gıda, enerji, iletişim, sağlık, ilaç, hijyen, belediye hizmetleri vb) üretime devam edileceği açıktır. Aynı zamanda bu metaların dolaşımının da sağlanması gerekir. Bir kısım işçinin evleri üretim mekanlarına dönüşür. Onlar için değişen tek şey üretim sürecinin mekansal esnekleşmesidir. Öyle ise nüfusun bir kısmı dün olduğu gibi bugün de çalışmaya devam etmektedir. Nüfusun çok önce asalaklaşmış ve üretimdeki görevlerini ücretlilere devretmiş mülk sahibi kısmının nerede sıkılacaklarına dair tercihlerinde bir daralma olur. Ancak özde yaşamlarında bir değişiklik yoktur. Geriye geçici olarak azat edilmişlerle, açlar, emekliler ve çocuklar kalır. Bunlara bir de devlet erkinin taşıyıcılarını eklemek gerekir. Demek ki sokakların boşalması, hayatın çatı altlarına taşınması özü itibariyle toplumsal ilişkileri değiştirmez. Çalışmak zorunda olanlar, çalışmak olanağına sahip olmayanlarla paylaştıkları evlerine dönerler ve her iki kesim birbirini enfekte eder. Sosyal izolasyon, karşılığını sınıfsal izolasyon olarak üretir. Bu süreçten kendisini sadece tekil örnekler ayırabilir. Onlar yalnız yaşayan yaşlılar, emekliler ve birikim sahibi, tuzu kuru bir avuç esnaftır. Bu grup sabırlı davranabilirse virüsün bulaşmayacağı yüzde yirmilik kesimin mülk sahiplerinden geriye kalacak parçasını oluşturur.
3) Salgın gerçekten başta anlatıldığı gibi iki üç haftada baş edilebilecek bir sorun olsaydı, toplumlar mutlak izolasyon şartlarıyla bu vakayı atlatırlardı. Ancak sürecin çok daha uzun bir zamana yayılacağı açıktır. Öyle ise birilerinin çalışıp toplumun kendisini üreteceği koşulları yenilemesi gerekir. Demek ki toplum herkesin kendisi için çalışarak var olduğu bir öze sahip değildir. Toplumun bir kısmı tüm toplumun ihtiyaç duyduğu yaşam gereçlerini üretir. İşte kapitalist üretim tarzında bu parçaya işçi sınıfı denir. Üretimin olmadığı bir toplum hayal edilemez. Kapitalist devlet istese de tüm nüfusu ücrete bağlayıp evde oturtamaz. Çünkü para yenilen, içilen bir şey değildir. Para üretilmiş olan emek ürünlerinin değişimini sağlayan bir araçtır. Eğer toplum üretmiyorsa herkese çuvallarla para dağıtılsa bile bir tek kişi tok karınla yatağına giremez. Bu nedenle Corona günlerinde dahi birilerinin çalışması gerekir. Bu gerçek başka bir toplum biçimine sahip olunsaydı da değişmezdi. Sorun çalışıp çalışmama sorunu değildir. Sorun kimlerin çalışmak zorunda olduğu, çalışma koşullarının hangi iradeye tabi olduğu ve çalışmanın ürünleri üzerinde kimin hak iddia ettiği sorunudur. Bu nedenle herkes için ücretli izin talebi karşılığı olmayan boş bir taleptir. Tam tersine riskten arındırılmış, işçi sınıfının denetimine açılmış koşullarda herkesin ama herkesin çalışmasını savunmak gerekir. Toplumun bir kesiminin çalışmak zorunda olduğu koşullarda izolasyon şartlarının sağlanabileceği iddia ediliyorsa, herkesin çalışma olanağına sahip olduğu şartlarda da bu koşullar sağlanabilir. Hatta işgünü kısalacağı için daha kolay sağlanır. Öyle ise günün ilk sloganı “herkese iş, yedek sanayi ordusunun büyüklüğüne göre tanımlı işgünü ve dönüşümlü çalışma ve tam ücret” olmalıdır. İşçi sınıfının bir kısmını fabrikalarda virüse, diğer kısmını da evlerde açlığa mahkum eden sistemin adı kapitalizmdir. İkinci slogan ise “riskten arındırılmış çalışma koşulları”dır.
4) Sağlıkçıları balkonlarda alkışlayıp onların emeklerinin toplumsal karşılığına saygı duyanlar nasıl oluyorsa işliklerde, fabrikalarda, seralarda vb çalışmak zorunda olanların emeklerinin toplumsal niteliğinden habersizmiş gibi davranmaktadır. Oysa salgının etkileri karşısında işçi sınıfının faal kesiminin arasında hiçbir özsel fark yoktur. Sağlıkçıların emeği toplum için ne kadar zaruri ise diğer kesimlerin de emeği o kadar zaruridir. Fark nicelikseldir ve sağlıkçılar ile diğer işçiler arasındaki ayrım hastalık riskinin büyüklüğünden ve artan iş yükünden kaynaklanmaktadır.
5) Sağlık işçileri de dahil olmak üzere faal işçilerin SARS-Cov-2 virüsü ile bulaş sonucunda maruz kalacakları Covid-19 Hastalığı, İş Kazaları Sonucu Gelişen Fatal Seyirli Mesleki Bulaşıcı Hastalıktır. İşle ilgili bulaşıcı hastalıklar en sık sağlık işçilerinde görünmektedir. SARS, H1N1, KKK, Hepatit-B, Tbc, Kuş Gribi, Domuz Gribi gibi hastalıklar Covid-19 öncesi tanımlanmış işle ilgili bulaşıcı hastalıklardır. Muhtemeldir ki yenilendiğinde Covid-19’da bu listeye eklenecektir. Sağlık İş Kolunun 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Yasasında, tehlike sınıfında maden iş kolu ile birlikte “çok tehlikeli sektörler” arasında sayılmasının nedenlerinden biri bulaşıcı hastalık riskidir.
6) İş Sağlığı ve Güvenliği Yönetmeliğinde tehlike, “işyerinde var olan ya da dışarıdan gelebilecek, çalışanı veya işyerini etkileyebilecek zarar veya hasar verme potansiyelini” ifade ederken; risk, “ tehlikeden kaynaklanacak kayıp veya başka zararlı sonuç meydana gelme olasılığı” olarak tanımlanır. Yasa önce riskin tümden bertaraf edilmesini sonra bunun mümkün olmadığı koşullarda riskin kabul edilebilir bir seviyeye indirilmesini emreder. Meslek hastalıklarının % 100’ünün , iş kazalarının ise % 98’inin önlenebilir olduğunun bilindiği koşullarda ilk emri geçersiz kılan bir yasanın tarafsız olmadığı açıktır. Yasa neden, neredeyse tümü bertaraf edilebilen bir riskin kabul edilebilir sınırlarını arar ki? Tümüyle bertaraf edin hükmü bir temenni, riski ölçün ve makul bir seviyede tutun hükmü bir tavsiyesidir.
7) Ama yine de bu tavsiyenin yani kabul edilebilir risk seviyesinin bir ölçütünün olması gerekir. İstenmeyen olayın meydana gelme olasılığı (virüsle bulaş) ile sonucun şiddet derecesinin (ölüm) çarpımı derecelendirilir. (Risk: Şiddet X Olasılık-Frekans) Koordinat sisteminde her bir eksen beş seviyeye ayrılır ve bu seviyeler birbiriyle çarpılır. Elde edilen bir ila yirmibeş arasındaki skor üzerinden bir kabul edilebilirlik sınırı çizilir. Şiddet ve frekansın çarpan sonucu değerlendirmeye alındığı için bir işçinin olumsuz durum nedeniyle ölüyor olması ama bu durumun düşük olasılıkla gerçekleşmesi kapitalist hukuk açısından kabul edilebilir bir risk düzeyi olarak onay görür. Oysa bu riskin gerçekleştiği işçi için frekans yüzde yüzdür. Seyrek karşılaşılan bir ölüm yada daha sık karşılaşılan sakatlanmalar bu skorlamaya göre kabul edilebilir riskler olarak görülür. Oysa ölüm, sakatlanma gibi durumların çarpan etkisi sıfır olsa, skor en yüksekten en düşüğe göre sıralansa ve en düşük skorlar kabul edilebilirliğin dışında tutulsa risk analizlerinin farklı bir zemine kavuşacağı açıktır.
8) Olağan koşullarda anlamsız olan bu kurmaca risk analizi yöntemi, yaşadığımız salgın gibi durumlarda tümüyle geçerliliğini kaybeder. Covid-19 hastalığında olasılık frekansı yüksektir. İstenmeyen sonucun şiddeti yaş, komorbidite, virüs yüküne bağlı olarak değişmektedir. Kişiler biyolojik vasıflarına göre hastalığı farklı biçimlerde yaşayabilirler yani sonuç kişiden kişiye değişebilir. Ancak herkes belli bir toplumsal çevre içinde yaşar ve riski bu çevresine taşır. İşçi sınıfının çalışmak zorunda olan bu kesiminin kendi olağanüstü halini ilan etmek gibi bir lüksü yoktur. Çünkü onları çalışmak zorunda bırakan zaten yaşadıkları çaresizliktir. Bir işçi iki odalı evinde risk skoru yüksek aile bireyleri ile yaşamak zorunda olabilir ve bunu değiştirebilecek olanaklara da sahip olmayabilir. Bu koşulların hiçbirisi, hiçbir risk analizi yöntemi ile saptanamaz. Öyle ise verili işçi sağlığı hukuku salgın koşullarında geçersizdir. Çünkü salgın da diğer tehlike ve risk unsurları gibi olağan olmayan durumlardan biridir. Salgın bize işçi sağlığının tek tek işçilerin değil işçi sınıfının bütününün bir sorunu olduğunu gösteren katalizör görevi görür. Bugün faal işçilerin salgın riskinden arındırılmış koşullarda çalışmasının sağlanması, aynı zamanda sınıfın geri kalan bileşenlerinin de sorunudur. Çünkü işteki bulaş, sınıfın tümünü enfekte eder. Bu nedenle bugün çalışmak zorunda olan işçilerin çalışma şartları işçi sınıfının bütünü adına sınıf örgütleri tarafından denetlenmeli ve faal işçilerin çalışma koşulları için verilecek mücadele sınıfın tümü tarafından sahiplenilmelidir. Bugün toplum nasıl ki sağlık sistemi çöktüğünde, sağlık işçileri sağlık hizmet üretiminden düştüğünde bunun aynı zamanda tüm toplumu salgın karşısında çaresiz bırakacağını öğrenmişse aynı biçimde üretimin zorunlu olarak devam ettiği sektörlerde bir çöküşün de toplumu açlıkla yüz yüze bırakacağını öğrenmelidir.
9) Yasa ve yönetmelikler tehlike ve riskin iki kaynağından söz eder. Bunlardan ilki çalışma ortamının kusur ve eksikleridir. İkincisi ise işçinin hatalı davranışlarıdır. Oysa işçinin hata ve kusurlarına olanak sağlayan hiç bir çalışma ortamı kusursuz ve tam olamaz. Riski sıfırlayan çalışma ortamı, çalışanın etkisinin sıfırlandığı çalışma ortamıdır. Covid 19 salgınında ortamın kusur ve eksiklerinin sıfırlanmasının önemi acı deneyimlerle öğrenilecektir. Çalışanların kişisel koruyucu ekipmanları (KKE) çalışma koşullarına dahildir. KKE eksikliği ile girilen bu süreçte sağlık işçilerinin kısa sürede hizmetten düşecekleri açıktır. Sağlıkçıların hizmetten düşmesi, hastaların kaderleriyle baş başa kalması anlamına gelir. Kimi ülkeler sağlıkçıların kişisel koruyucu ekipmanlarını tamamlamayı en az yoğun bakım olanaklarını geliştirmek kadar önemsemektedirler. Çünkü sağlık emek gücünün salgın döneminde arzı esnek değildir. Yani çalışan, işsiz tüm sağlıkçılar bir anda artan iş yükü nedeniyle sahaya sürülmektedir ve yedekleri de yoktur. Bu nedenle eldeki tüm emek gücü en verimli şekilde kullanılmaya çalışılmaktadır. Ancak işçi sınıfının diğer kesimleri için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Salgın öncesi zaten büyük olan yedek emek ordusunun cesameti salgınla birlikte artmıştır. Bu durum kolektif kapitalist olarak devleti ve sermayeyi pervasızlaştırır. İşe giderken servislerde üst üste istiflenen, üretim sürecinde, molalarda, yemek aralarında hiçbir koruyucu önleme sahip olmayan işçilerin hemen her birinin yedeği vardır ve gözden çıkarılabilirler. İşçi sınıfının bütünü, sınıfın bütün parçalarına sahip çıkmazsa yıkım büyük olacaktır.
10) Sağlık sisteminin salgın karşısında yeterliliğinin iki ölçütü vardır. İlki, vaka sayısını karşılayacak sağlıkçı sayısının; ikincisi de vakaları karşılayacak fiziki koşulların (mekan, ekipman vs) yeterli olmasıdır. Bu koşulların sağlanabilmesi için devletin özel hastaneler de dahil olmak üzere tüm sağlık hizmet üretimine müdahalesi toplum tarafından meşru görülmekte, hatta devlet bu konuda toplum tarafından zorlanmaktadır. Demek ki salgın koşulları toplumun genel çıkarları için özel mülkiyet yasalarını hiçe saymayı ve üretim sürecinin düzenlemesini ve denetimini zorunlu hale getirebilmektedir. Sağlık sektöründe mümkün olan tüm üretim alanlarında mümkündür. Öyle ise sağlık sektörü dışında diğer üretim ve dolaşım alanlarının kontrolü de sermayeden alınabilir ya da işçi sınıfının denetimine açılabilir. Hiç bir işçi açlık ve işsizlikle terbiye edildiği koşullarda üretim süreci üzerine söz söyleme erkine sahip olamaz. Bu yetke ancak işçi sınıfının örgütlü güçlerinde olabilir. Devletin, özel mülkiyetin tüm kutsallarına dokunabildiği yerde işçi sınıfının örgütlü güçleri de aynı iradeyi gösterebilir. Öyle ise işçi sınıfının örgütlü güçleri “işi olmayan giremez” tabelalarını yıkarak sermayenin özel alanı ilan ettiği işliklere, fabrikalara girmeli, buraların kontrol ve denetimini işçi sınıfının emrine vermelidir. Oyun değişmişse oyunun kuralları da değişir. Bunun yolu işyerlerindeki göstermelik İş Sağlığı ve Güvenliği Kurullarının işletilmesi olamaz. Bu kurullarda işçilerin temsilinden yetkilerine kadar bütün irade kapitalisttedir. İşçi temsilcisi önerilerde bulunabilir, uygulamak kapitalistin onayına tabidir. İşçi patronun karşısına sınıfın gücüyle çıkmıyorsa hiçbir yaptırıma sahip değildir. Eğer işçi patronun karşısına sınıfın gücüyle çıkabiliyorsa zaten kurula ihtiyaç yoktur. İşçi gücünü kuruldan değil sınıftan alır. Sınıf gücü ise üretimden gelir. Üretimden gelen güç ise üretimin durdurulduğu koşullarda görünür olur. İş bırakma üretim üzerinde güç kullanma değildir. İşçinin kendi emeği üzerindeki tasarrufudur. Öz itibariyle istifa ile iş bırakma arasında hiçbir fark yoktur. Fabrika içlerine bizzat sınıf örgütleri girmelidir. Bu örgüt ister sendika, ister fabrika/işyeri komitesi, isterse sınıf partisinin kendisi olsun, farketmez. Örgüt üretim süreci üzerinde irade kullanıyorsa sınıf örgütü; işçi, örgütlü ise sınıftır.
11) Yasa işçiye aleni risk durumlarında riskten kaçınma yani çalışmama hakkı tanır. Ancak bu hak kağıt üzerinde bir haktır. İşçi için riskten kaçınma yani çalışmama bireysel bir tutum olduğu sürece sonu açlıkla bitecek bir maceraya kalkışmak anlamına gelir. Çalışmama ister bireysel, isterse toplu olarak gerçekleşsin yedek sanayi ordusunun bu kadar büyük olduğu bir toplumda hele salgın ortamının bu ordunun büyüklüğünü katladığı koşullarda uygulanabilir değildir. İşçi sınıfı için uygulanabilir tek hareket tarzı üretim sürecinin durdurulması yani grevdir. Corona günlerinde grevlerin devlet zoruyla karşı karşıya geleceği açıktır. Öyle ise işçi sınıfının birliğini güçlendirmesi, örgütlülüklerini duruma uygun biçimlere büründürmesi gerekir. Oyun değişmişse oyunun araçları da değişir. Olağan durumlarda bile iş görmeyen, sendikal bürokrasi tarafından felç edilmiş, işbirlikçi, çürümüş örgütlerle bu zorlu mücadele yürütülemez. Bu yapıların tasfiyesinin yolu teşhirdir. Tüm işbirlikçi unsurlar işçi sınıfına tüm çıplaklığı ile teşhir edilmelidir.
12) Birgün SARS Cov-2 Salgını sona erecek. İşte o andan sonra yaşananların bir dökümünü yapmak ve hesaplaşmak gerekecek. İşyerlerinde, fabrikalarda, hastanelerde vb verdiğimiz kayıplar, acılar, gözyaşları gider hanesine yazılacak. Bu hesaplaşmanın bir de gelir kısmı olması gerekir. Çünkü kapitalizm de öyle veya böyle her türlü bedel belli bir değer ile ölçülür. Kimse “yaşadığımız acılar parayla ölçülemez”diyemez. Hukuk meseleye böyle bakmaz. Kopan kol, görmez olan göz, duymaz olan kulak, yiten canlar bir tazminat rakamına tahvil edilir. Bu meta ilişkilerinin dilidir. Eşit değerler eşit değerlerle değişilir. Ne verirsen onu alırsın. Soyutlamada çırıl çıplak olan kural pratikte aynı berraklıkla işlemez. Çünkü somut, sınıflar arası mücadele alanıdır. Covid-19 salgını iş kazası sonucu gelişen fatal seyirli meslek hastalığıdır.Ancak verili hukuka göre bu tanımın hiçbir geçerliliği yoktur. Çünkü devlet salgını afet ilan ettiğinde bütün süreci hukuk alanının, hak alanının dışına taşır. “Afet ve acil durum birimlerinin müdahale faaliyetleri” 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’nun kapsamı dışındadır; MİT’in, TSK’nın, Ceza ve Tutukevleri’ nin olduğu gibi. Bir kez hukuk karşısında güvencesiz kalmışsanız tüm haklarınız yöneticilerin lütfuna kalır. Sizi kahraman ilan ederler, şehit ilan ederler, fedai ilan ederler. Şehitlik müessesesini Sosyal Güvenlik Kurumu’nun yerine ikame ederler. Olağan hallerde dahi tıbbi olarak konulmuş meslek hastalığı tanınızın hukuki tanıya dönüşmesi binbir engelle karşılaşırken, yaşanacak toplu bir kıyımın bedelini hiçbir iktidar ödemek istemez. İşte bu nedenle kuralların yeniden yazılması, mücadele ile, bilinçle yazılması gerekir. Kimsenin, “ama olağanüstü bir dönemden geçiyoruz” deme lüksü yoktur. Çünkü bazıları için bu olağanüstü dönem geçtiğinde ölenlerin, sekel kalanların, bedel ödeyenlerin olağanüstü hali devam edecektir. Çünkü acılara bağışıklık gelişmez. Gidenler gider, geriye kalanlar, acıları ve açlıklarıyla baş başa kalır. Bu nedenle salgın öncesi geçerli tüm İşçi Sağlığı ve Güvenliği Hukuku geçersiz ilan edilmelidir. Yerine iş risklerini sıfırlamayı amaçlayan, olası kayıpları tazmin eden ve suçluları cezalandıran bir sistem ikame edilmelidir. Bunu zamanı tam da bugündür.
Duyuyoruz ve okuyoruz ki;
1) Sendikalarımız, sınıf örgütlerimiz, partilerimiz sokağa çıkma yasağını savunuyor. Sokakların boş olması, işliklerin, atölyelerin, fabrikaların kalabalıklarını örtmenin maskesidir.
2) Sendikalarımız, sınıf örgütlerimiz, partilerimiz kimsenin işe gitmemesini, devletin herkese ücret ödemesini savunuyor. Bir toplum üretmeksizin var olamaz. Zaten üretim devam etmektedir. Sorun mülkiyet ilişkilerindedir. Üretimsiz bir toplum savunmak, açlığın genelleşmesini istemekten öte bir anlam taşımaz. İşçi sınıfının bir kısmı virüs riskine diğer kısmı açlığa mahkum kılınmıştır. Sonuç herkesin aç, herkesin enfekte olmasıdır. Savunulması gereken talep işyerlerinin bulaşa karşı korunaklı hale getirilmesidir. Bunun güvencesi sınıf örgütleri olmalıdır. İşçi sınıfının örgütleri, işçi sağlığı ve güvenliği önlemlerinin alınmadığı tüm üretim, dağıtım, iletişim tesislerini teşhir ediniz. Güvencesiz çalışılan tüm ortamları mücadele alanına çeviriniz. Hiç kimsenin çalışmaması talebi yerine herkesin kısa işgünlerinde, fasılalı çalışmasını talep ediniz.
3) Sendikalarımız, sınıf örgütlerimiz, partilerimiz riskten kaçınma hakkını, iş bırakmayı savunuyor. İşten kaçınma, iş bırakma üretimi durdurmaz. Çünkü üretim üzerinde patronun iradesi devam eder. Yedek sanayi ordusunun katlandığı bu günlerde, patron işten çıkanların yerine yenilerini ikame etmekte ve üretimi sürdürmekte hiçbir zorluk yaşamaz. Aslolan grevdir. Çünkü grev iş bırakma değil, işi durdurmadır.
4) Sendikalarımız, sınıf örgütlerimiz, partilerimiz geçerli hukuk sistemi ile hak aranabileceğini savunuyor. Dün sermayeye hizmet eden bu yasalar bugün kat be kat düzenin hizmetindedir. Oyun değişmiştir. Oyunun kurallarını değiştirmenin tam zamanıdır. Geçerli İş Sağlığı ve Güvenliği Yasasının sınırları içerisinde kalınarak hak talep etmek yerine yeni bir yasa için mücadele vermek gerekir. Bu mücadele için yarın çok geç olacaktır. Şimdi tam zamanıdır. İşçi sınıfının sendikaları, sınıf örgütleri, partileri örgüt yapılarınızı yıllar sürecek bu olağanüstü döneme uyarlamak için keskin özeleştirilerde bulunmaktan, cesur kararlar almaktan sakınmayın. Bürokratik, hantal, çıkar temelli, işbirlikçi yapılar bu dalganın önünde duramazlar. İşçi sınıfının kolektif çıkarlarının önünde engel oluşturan tüm kişi kurum ve yapıları teşhir edin. İşçi sınıfının birliği işbirlikçilerden arınmakla sağlanır.
Gültekin Akarca ve Levent Koşar/iscisinifi.org