Home » GÜNDEM » Buhrana doğru mu?

Buhrana doğru mu?

Dünya kapitalizminin krizi çoktan başladı ve ağır bir buhrana doğru gidiyor. Sadece kriz değil, buhran (büyük depresyon). Ve sadece buhran değil, daha ağır bir buhran. Bir çok burjuva iktisatçısının bunun kapitalizm tarihinin en büyük buhranı olabileceğine dair yazıları var. En son, 2008 küresel krizini öngörmesiyle meşhur Roubini’nin, 24 Mart’ta “Daha büyük bir depresyon mu?” başlıklı yazısı yayınlandı. Yazıda, bunun 1929’da başlayan ve 1930’lar boyunca süren kapitalizm tarihinin en büyük depresyonundan daha ağır olabileceğini tartışıyor, 2020’nin ikinci yarısı için en iyi ihtimalin 2008 krizinden daha ağır bir kriz olabileceği sonucuna varıyor.

1929 buhranında birkaç yılda gerçekleşen ekonomik çatırtılar, bu sefer birkaç ay içinde yaşanmaya başlandı. ABD’de geçen hafta, işsizlik ödeneği için başvuranların sayısı (bir hafta içinde) 280 bin kişiden 3 milyon 300 bin kişiye sıçradı. Bu kadar kısa sürede bu kadar büyük bir işsizlik patlaması, ABD tarihinde daha önce büyük depresyon döneminde bile görülmemiş bir olgu. JP Morgan bunun üzerine, ABD ekonomisinde 2020’nin ilk çeyreğindeki daralma tahminini yüzde 4’ten yüzde 10’a, ikinci çeyrekteki daralma tahmini ise yüzde 14’ten yüzde 25’e çıkardı. Şimdi yılın ikinci çeyreğinde ABD ve AB ekonomilerindeki küçülmenin yüzde 20’leri bulabileceği, yani bir çakılmaya dönüşebileceği konuşuluyor. Buna ikinci çeyrekte Çin ekonomisinin de onyıllardır ilk kez daralma yaşayabileceği ekleniyor.

Neden “daha büyük bir depresyon” olasılığı? Çünkü kapitalizm 2008 krizinden itibaren “daha fazla neoliberalizm” politikalarıyla kendi altını oymaya devam etmekten başka bir şey yapamadı. Kapitalist üretim alanındaki özsel çelişki (toplumsal üretici güçler/kapitalist üretim ilişkileri bağdaşmazlığı ve kar oranlarının düşme eğilimi) dururken, yalnızca bunun sonuçlarını yüzeysel piyasa çözümleriyle hafifletip ötelemeye çalıştı. Sermayeye akıtılan muazzam teşvikler, vergi indirimleri, ucuz krediler, üretimdeki karlılık krizi nedeniyle, elbette yatırım ve üretkenlik artışlarına dönüşmedi. Üretimde finansman maliyeti (faizler) neredeyse sıfıra doğru düştüğü halde, yatırımlar ve üretkenlik gerilemeye devam etti. Sermaye büyüklüğüne oranla yeterli artı-değer üretilemezken, kapitalist üretim ve kapitalist devletler üzerindeki borç yükü katlandı ve geri ödenemez bir noktaya doğru dayanmaya başladı.

Dünya toplam borç stoğu, dünya toplam GSMH’sinin 3 katına çıktı (90 trilyon dolar/270 trilyon dolar). Önümüzdeki süreçte borç yükü en yüksek bir dizi bağımlı kapitalist devletin moratoryum ilan etmesi gündemde (Senegal, Güney Afrika, Arjantin, vd). Ancak geri ödenemez hale gelen borç yükü yalnız bağımlı kapitalist ekonomilerin sorunu değil. İMF, krizin yine borç finansmanıyla çevrilmeye çalışıldığı durumda “Batı” (emperyalist kapitalist) ekonomilerindeki borçların yüzde 40’ının zombileşeceği uyarısında bulunmak zorunda kaldı; ki bu Kuzey Amerika ve Avrupa kapitalist ekonomilerinin, içlerinde dünyanın en büyük emperyalist kapitalist tekellerinin bir dizisinin de olduğu biçimde, hallice bir bölümünün batakta olduğunun pek diplomatik bir ifadesinden başka bir şey değil.

Üretimde kar oranlarının düşüşü paralelinde, büsbütün balonlaşmış faiz getiren para-sermaye getirilerinin de düşmesi, yeniden değerlenme imkanlarının azalması, büyük bir finansal çöküş riskini artırıyor. Yalnızca dünyanın en büyük beş teknoloji tekelinin (Apple, Microsoft, Amazon, Google, Facebook) aşırı şişirilmiş borsa değerlerinde son 2 haftada 1.3 trilyon dolarlık kayıp yaşandı. Bu, balon sermayenin de riskin had safhada arttığı borsa ve türev piyasalardan kaçıp,  krizlerde hep olduğu gibi, “güvenilir liman” denilen dolara ve (sıfır ya da eksi faizli) ABD ve AB tahvillerine kaçmaya çalıştığı anlamına geliyor. Ama yine krizlerde hep olduğu gibi, tüm kapitalistlerin yana yakıla nakite dönmeye çalıştığı koşullarda, hem de ABD’nin 2 trilyon dolarlık, Almanya’nın 780 milyar euroluk vb destek paketleri açıkladığı koşullarda, piyasada yeterli nakit dolar ve euro yok! Dünyanın en büyük hedge fon şirketi sahibi ve yöneticisi Ray Dalio, ABD ve AB’de açılan destek paketlerinin çok yetersiz olduğunu belirtti, bunun en az 2 katına, ABD’de 4 trilyon, dünyada 12 trilyon dolara çıkartılmasını istedi! Dünyanın en büyük mali oligarkları arasında, 2020’nin ikinci çeyreğinde yüzde 20’leri bulabilecek bir çakılmaya karşılık, gerekli desteğin 20-30 trilyon dolar olmasını (dünya GSMH’sinin 3’te biri!) isteyen bile var!

Borçla finanse edilen tüketim ve hizmet çekişli büyüme de çoktan bir sınıra dayanmış ve daralmaya dönmüş durumda. Dijital teknolojilerdeki hızlı gelişime karşın, teknolojik ar-ge ve yatırımların, üretimde değil, finans ve ticarette (e-ticaret, vb); ve üretim sürecini dönüştüren ve üretkenliği artıran   uzun erimli yatırımlarda değil zaten üretilmiş olanı daha hızlı ve daha çok tükettirmeye dönük kısa erimli yatırımlarda yoğunlaşması, zaten krizin üretimdeki kökünü apaçık ortaya koyuyor. Başka deyişle emek sömürüsünü yağmaya vardırmak (esneklik, güvencesizlik, aşırı çalıştırma, vd) dışında yeni göreli artı-değer kapasitesi yaratılamıyor, yalnızca zaten üretilmekte olan artı-değeri daha hızlı realize etmeye dönük. Hizmet sektöründeki aşırı şişme de bir diğer gösterge. AB’den gelen son veriler, imalat sanayide daralmanın yüzde 5 civarında olduğunu, hizmet sektöründe ise yüzde 25’i bulduğunu gösteriyor.

Sermaye vergilerinin minimize edilmesi, üstüne muazzam sermaye teşvikleri, kapitalist devletlerin sermayeden vergi almadığını, tam tersine sermayeye görülmemiş vergi ödediği anlamına geliyor. Kaçınılmaz sonuç, büyüyen bütçe açıkları. Peki bu muazzam karşılıksız sermaye teşvikleri ve bütçe açıkları nasıl finanse ediliyor? Bir kısmı -bulanabildiği ölçüde- yine borçla, bir kısmı Merkez Bankası rezervleriyle, artan bölümü ise kamu/emek fonlarını yağmalayarak.

Şirket, devlet, hanehalkı her düzeyde borçlanma, zaten “ilkel birikimin”, yani mülksüzleştirme, sefalet ve işsizlik birikiminin bir biçimidir. Örnek: Türkiye’de son 1 yıl içinde, çoğunluğu küçük ve orta boy işletmeler olmak üzere, 500 bin civarında işletme kapandı. “Rezerv yeme” ise, çoğu ülkede Merkez Bankalarının Hazineye müdahalesi yasak olmasına karşın, Merkez Bankası döviz rezervlerinin “arka kapıdan” Hazine açıklarını ve borçlu şirketleri fonlamakta kullanılmasıdır. Örnek: Türkiye’de Merkez Bankası, bu yılın ilk 3 ayında, kamu bankaları üzerinden 25 milyar doları Hazine açıklarını ve tekelci oligarşik şirketlerin borçlarını fonlamak için akıttı. Bununla kalmadı, Merkez Bankası’nın ancak şiddetli buhran ve afet gibi durumlarda kullanılabilecek ihtiyat akçeleri bile (KHK ile) bütçe açıklarını fonlamak için kullanıldı. (Üzerinde hiçbir denetimin olmadığı Ulusal Varlık Fonu, keza.) Ancak bu yalnızca Türkiye’ye özgü bir durum değil. Bir çok kapitalist devlet, buhran ve korona krizine, Merkez Bankası rezerv ve ihtiyat fonlarını bile önemli ölçüde yemiş olarak giriyor. En sonu, eğitim, sağlık, ulaşım, belediye, sosyal güvenlik, emeklilik, işsizlik, deprem, çevre koruma gibi kamu/emek fonlarının son 10 yılda büsbütün hızlanan biçimde yağmalanması. Örnek, Türkiye’de işsizlik fonuda repo yapılarak bütçe açıklarının finansmanında kullanıldı. Dünya çapında eğitim, sağlık, ulaşım, emeklilik, işsizlik krizleri (ve eylemleri) zaten Korona’dan çok önce belirginleşmeye ve keskinleşmeye başlamıştı.

Şimdi, tüm bunların üstüne binerek (aslında içsel bir unsuru olarak) krizi hızlandıran ve şiddetlendiren Korona etkenine geliyoruz. Ve dünya çapında tüm kapitalist ülkelerde, sermayenin kamu, sağlık ve emek fonlarının asgarisinin bile dibine vurmuş olmasından, böylesine kritik bir toplumsal sağlık buhranına ayıracak kamu fonunun olmadığını, olanın da aslen sermaye fonu olarak işletiliyor olması nedeniyle kamu sağlık fonu olarak kullanma isteksizliği ve hatta imkansızlığını görüyoruz. Birkaç günlük bir gecikmenin bile ölümcül olabildiği yerde, kapitalist devletlerin ayları bulan gecikmesi, yani yığınsal enfeksiyonu davet etmesi, bir “yönetim beceriksizliği” değil, kapitalizmin zorunlu işleyiş biçiminin bir ifadesidir. Korona yıkımının en ağır vurduğu ülke olan İtalya hükümet, Avrupa Merkez Bankası’ndan kredi desteği istiyor; aldığı yanıt “bankamızın işlevleri arasında (kamu fonu oluşturmak-bn) yoktur!” oluyor. Kapitalizmin zorunlu işleyiş biçimi bu kadar aleni ve net!

Türkiye kapitalist devlet iktidarının açtığı “bağış ve sadaka” kampanyası skandalı çokça konuşuldu.  (Ancak sermayeye yaklaşık 100 milyar tl’lik kriz fonlaması paketi bile – Almanya’nınkinin yüzde 3’ü, ekonomik büyüklüklere göre oranlanırsa, 5’te biri civarında- burjuva iktisatçılar tarafından çok cılız ve “endişe verici” bulunmuştu!) Ancak emperyalist kapitalist devletlerin durumu da çok çok büyük bir fark içermiyor. ABD 2 trilyon dolarlık, Almanya 780 milyar euroluk, Fransa 370 milyar euroluk vb “kurtarma” fonları açıklarken, bunu cepte bu kadar “trink paraları” olduğu için yapmıyorlar. Karşılıksız para basarak ve bir de tabii, doların birinci, euronun ikinci dünya rezerv parası (“meta-para”) olmasıyla, borçla finanse edebileceklerini umarak yapabiliyorlar. ABD Merkez Bankası (Fed) yüzde 0.25’e kadar düşürdüğü faizle, AB Merkez Bankası ise negatif faizle, tahvil alımına davet ederek, bu devasa paketleri borç ve enflasyonla finanse etmeyi umuyorlar. Gerçekten de 2008 krizinde bu devasa kurtarma paketlerini finanse ederek onları kurtaran Çin, Japonya ve Körfez petro-dolar oligarşileri olmuştu. Ancak bu sefer Çin, Japonya ve, petrol fiyatlarının dibe vurmasıyla Körfez oligarşileri de krizde olduğundan, ve bu “güvenli liman”lar bile sınıf faizle bir getiri vaat etmediğinden, bırakalım daha büyük paketler açıklamayı, açıkladıkları kadarını ne kadar borçla finanse edebilecekleri büyük bir soru işareti. Kapitalist devletlerin, batık ya da batma noktasında olan şirketleri varlık alımlarıyla finanse etmesininin de bir geri dönüşü olmayacağından, bir borçla finansmanın bir sınıra dayandığını belirtmiştik.

Fed’in faizi neredeyse sıfırlamadan sonraki ikinci müdahalesi “miktarsal genişleme”, ABD bütçe açıklarını fonlamak (500 milyar dolar) ve türev ürünler satın alarak (200 milyar dolar) finansal çöküşü tamponlamaya çalışmak. Üçüncüsü ise, şimdilik AB, Britanya, Japonya ve Kanada’ya tanıdığı Merkez Bankaları arası borç takası (swap). Türkiye kapitalist devlet iktidarının da, bir yandan “para dağıtan” İMF’ye gitmeme pozları takınırken, diğer yandan ABD emperyalizminin kendilerine de swap olanağı tanıması için kapısında kuyruğa giren bağımlı kapitalist devletler arasında olduğu biliniyor. Ancak ister İMF kredileri, isterse Fed’in swap mekanizması olsun, herkesin dolara üşüştüğü koşullarda doların ucunu görmenin bile, siyaseten de karşılıksız olmayacağını belirtmek bile gerekmez.

Bununla birlikte, çoğu burjuva iktisatçısı da, bu kez Fed’in karşılıksız para basmasının, krizi hafifletmek ve ötelemek açısından bile bir çözüm olmayacağını vurguluyor. (Geri kalanları da “çözüm”dür, diyemiyor, yalnızca bu karşılıksız paketlerin sonuçlarının ne olacağını görmek için bekliyor!) Burjuva iktisatçılarının çoğunluğu açısından, eski borçlanarak finansman ve karşılıksız para basma mekanizmalarının da artık “çözüm” olmadığı, bunun yerine, onyıllardır tükürdüklerini yalayan, (burjuva iktisadında) “helikopter para” denilen opsiyon giderek ağırlık kazanıyor. “Helikopter para”, batık ve batmanın eşiğinde olan şirketleri borçla ve para basarak finanse etmek yerine, borçlarının bir kısmını, ya da tamamını silme, artık asgari tüketim olanağı bile kalmamış kitlelere de, bir kerelik, ya da geçici kısmi “doğrudan gelir desteği” anlamına geliyor. Burjuva neoliberalizm şampiyonu iktisatçıların bir kısmında, bu tükürdüğünü yalama paniği, bunların da çözüm olmayacağı, kapitalist devletlerin, geçici değil kalıcı olarak zor durumdaki şirketlere ortak olması veya doğrudan kamulaştırılması isteme noktasına varabiliyor.

Türkiye’de bu kadarı bile solda bitmez tükenmez “ideal kapitalizm” fetişizmini/avanaklığını beslemeye yetiyor! Sosyal medyada durmaksızın “ABD, Almanya, Britanya vb şu kadarlık paketler açtılar, şu kadar gelir desteği verdiler; Türkiye’de ise kolonya verilip bağış isteniyor” lafızları dönüyor. Oysa emperyalist kapitalist devletlerin kısmi “gelir desteği” de, kitlelerin sağlık ve geçim güvencesinin yanından geçmiyor, yalnızca çökme noktasında olan piyasa talebini ayakta tutmak için veriliyor. Ki bu da kitlelere değil sermayeye destek anlamına geliyor. Karşılıksız para basmanın ortaya çıkaracağı hiper enflasyonla, zaten bu da fazlasıyla geri alınacak. Kaldı ki, bir kerelik ya da geçici kısmi gelir desteği de, yalnızca kadrolu, tam zamanlı, kayıtlı işçileri kapsıyor. Örneğin Avrupa’da Türkiye’den bile yaygın olan güvencesiz, kiralık, kısmi zamanlı işçileri kapsamıyor. Kapitalist devletler, kadrolu işçilerin işten çıkarılmasını, geri kalanların ücretlerinin kesilmesini/düşürülmesini kolaylaştırıyor ve işten atılma maliyetlerini şirketlerin çıkarına üstleniyor, hepsi bu. İşçileri korona’dan değil, sermayeyi işçiler için sağlık ve güvenlik ve kıdem vd maliyetinden, ve tabii ki işçilerin militanlaşacak grev ve direnişlerinden kurtarmaya çalışıyor! Sosyal demokratları ve “kamucu sosyalistler”i pek heyecanlarından kamu ortaklığı veya kamulaştırmaya gelince, bu da iflas eden ya da borçlarını ödeyemez hale gelen şirketlerin kurtarılmasının yine işçi sınıfının sırtına yıkılmasından başka bir şey değil. Kamulaştırma denilen de bir tür “yap işlet devret”ten pek farklı değil; karlar sermayeye, zararlar ve maliyetler işçi sınıfına!  Bugün zaten çoğu aslen batık şirket patronu, sermayeyi + bilimum kriz teşviklerini “kediye” değilse bile dolar vurgunluğuna yatırmaya, geri kalan şirket leşlerini de devlete, yani aslında kitlelere yıkmaya can atıyor! Kaldı ki bugün “kamu”nun da özel sermayeden bir farkı kalmadı, aynı kar, performans, vb mantığıyla işletiliyor. Eğer “kamu”ysa, önce bu kapitalist devletlerin işçi sınıfı sağlığı için ne yaptığına bakılmalı! Efendim ABD, biner dolar gelir desteği vermiş!? Bu, ABD’de bir işçi ailesinin bir ay kıt kanaat zor geçinebileceği bir para, ve bu ABD işçi asgari saat ücretinin 7 dolardan 15 dolara çıkarılması istemine karşı yıllardır ayak direyen aynı ABD, ve korona salgını koşullarında 100 bin ile 400 bin kişiyi gözden çıkarmış olan aynı ABD, Amazon gibi dünyanın en büyük bir tekelinde sendika sokmayan ve en temel sağlık önlemlerinin alınması için bile en ufak Bir şey yapmayan aynı ABD. Efendim, Koç otomobil fabrikalarında test cihazı, medikal cihazlar vb üretiyormuş da şak şakmış!? Koç bunları bedava üretmiyor ki, yine işçileri sömürerek üretiyor ve otomobil satamadığı yerde, gayet karlı biçimde devlete bunları satıyor.

Yukarıdaki kapitalist “çözüm”lerin sermayenin ve sermaye egemenliğinin buhranına kısmi ve geçici bir çözüm olup olmayacağı, neoliberalizmin sonunu getirip getirmeyeceği ayrıca tartışılabilir ama, hiçbirinin işçi sınıfı için çözüm olmayacağı, ücret düşüşleri, işsizlik ve yoksulluk patlaması, sağlık çöküntüsünü engellemeyeceği açık olmalıdır. Kapitalizmin buhranı, koronayla da büsbütün hızlanmış ve şiddetlenmiş olarak; kapitalist sistemin içindeki uzlaşmaz çelişkileri; dev çaplı toplumsallaşmış üretici güçler/kapitalist üretim ilişkileri çelişkisini, ve uzlaşmaz sınıf çelişkisini, bu sözde çözümlerin hiçbiri yamayamaz.

En tehlikeli ve virütik koşullarda çalışmaya zorlanan işçilerle, “evden çalışma” adı altında iş yükü artırılan ve işyeri maliyetleri de üzerlerine yıkılan işçilerin, sınıf dayanışması!

Ortak talep: Ücretlerde indirim olmadan, çalışma saatlerinin kısaltılması, tam kapsamlı, meşru ve fiili, grevli, işçi sağlığı ve güvenliği!

Çalışan ve işsiz işçilerin dayanışması!

Ortak talep: Kısaltılmış çalışma saatleri, tam ücret ve tam işçi sağlığı ve güvenliği koşullarında herkese iş ve çalışma hakkı!

Bunları elbette sermaye diktatörlüğü yapmayacağından, işyerlerinde ve üretim ve emek organizasyonunda fiili işçi kontrolü!

Çürüyen ve çürüten, dev çaplı toplumsallaşmış üretici güçler, toplumsallaşmış emek ve insan (ve doğa) önünde varoluşsal bir tıkaç ve tehdit haline gelen sermaye diktatörlüğünün (sermaye egemenliğinin tüm biçimleriyle birlikte) yıkılmasının hedeflenmesi!

Marksizmin öncüllerinden ve ilk klasiklerinden biri olarak kabul edilen “İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu” kitabında, Engels, işçi sınıfı için “yokolma tehdidi karşısında devrime zorlanan sınıf” der.

Üretim ve yönetimin gerçek toplumsallaştırılması hedefi!

Dünyayı istiyoruz, kırıntı değil! 

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

*